30 Mayıs 2016 Pazartesi

ABD ile savaş

ABD'yi yönetenler, Irak ve Suriye'de uzunca bir süredir Türkiye'nin hilafına kararlar alıyor, iş birliklerine gidiyorlar. Özünde "kararlı bir denge" hali olarak Türkiye'nin küçüleceğine veya yok olacağına ve bir savaşı göze alamayacağı varsayımına dayanan stratejiler bunlar.
Türkiye, bir beka meselesi olduğu için müdehalenin kendisini değil ama "şimdi ya da sonra" ve "giriş yerleri" bakımından mevcut seçenekler arasında seçim yapabilir.
Ancak görünür vadede ABD'li yetkili...lerin beklentilerine uygun; Türkiye'nin etki alanını büyütecek gelişmeler olacağı açık.
ABD yönetimi, Türkiye ile doğrudan bir savaşı, Nato, İncirlik, askeri anlaşmaların getireceği karmaşık başka yükümlülükler ve elbette savaşın sonucu itibariyle uygun bulmuyor.
Amerikan siyasetinin devleti bir şirket gibi yönetmek eğiliminden olsa gerek terör örgütleriyle Amerikan Devletinin modüler bir ilişki tesis etmesi, modern zamanlarda sabit maliyetleri azaltarak işletmelere esneklik kazandıran "satın alma, kirala" stratejisinin bir uzantısı olabilir. Böylece iş "olumlu" bittiğinde herkesin kendi yoluna gitmesi mümkün olacaktır. Olumsuz senaryoda ise eklenen muharip güç zarar görecek ancak gövde bundan etkilenmeyecektir.
Türkiye'de de medyanın bir kısmı dışında ABD'ya sempati duyan bir sosyal grup kalmadığı; ABD aleyhine bir kanaat konsolidasyonu gerçekleşmiş olduğu görülüyor.

Ne zaman ?

Fethullah Gülen'in Türkiye'nin bekasına yönelik art niyeti olan her türlü örgüt ve devletle hem bireysel hem de kurumsal olarak işbirliği yaptığına kanaat getirmek için bugüne kadar olan biteni yeterli görmeyen cemaat müntesiplerinin kendilerine sormaktan kaçındıkları temel soru:
"Cemaatinde yetki verdiği insanlar ile Fethullah Gülen'in bizatihi kendisinin, Türkiye'yi parçalamak niyetiyle hareket ettiğine kanaat getirmek için daha neler, ne gibi işler yapmasını beklerdiniz?, ...bundan sonra başka ne(ler) yaparsa tarafınızca yoldan çıkmış bir insan muamelesi görür?"
İtiraf edin, ne sizler böyle "Elfaz-ı küfr" gibi bir kriter listesi çıkarabilirsiniz, ne de size ulaşan bilgileri çarpıtıp, (kendinizce) meşrulaştırıp benimsemeden bir adım atabilirsiniz.
Ataerkil bir davranış biçimi olarak vatana ihanet tanımınızın kendinizden olan şahıslar için Yavuz Sultan Selim Köprüsü kadar geniş, sıradan yurdum insanı için ise tarihi Urfa sokakları kadar dar olduğunu görmediğimizi mi sanıyorsunuz?
Cemaat kimliğine bir ömür vermek suretiyle gittiği yolun yanlışlığını görmeye, anlamaya tahammülü olmayanların; kafasını kuma gömen devekuşundan ne farkı vardır? "Batık maliyete acıyıp, işe düzelir ümidiyle kaynak ayırmaya devam eden, yalnızca iflasını erteler."
Yanlışta ısrar ederek kendisinin, ailesinin ve benzer arkadaşlarının emek, zaman, para, samimiyet ve dini değerler gibi kaynaklarını heba etmelerine yol açanların, tevazu maskesi altında gerçekte ne büyük bir ego taşıdıkları ortada değil mi?

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Türkiye Avrupa İlişkileri

Türkiye, son iki yüzyıldır gücünü, güçsüzlüğünden alıyor. Belirttiğim tarih aralığının başat güçleri olan İngiltere, Avusturya, Fransa ve Rusya'nın her biri, imparatorluğu parçalamak ve pastadan düşecek en büyük payı almak istiyorlardı ama bu amaçla yaptıkları her yeni hamle, "en büyük payı " almak isteyen öteki devlet tarafından engelleniyordu.
Bu güçsüzlüğü ortadan kaldırmak için yapıldığı iddia edilen yenilenme girişimlerinden 1856 tarihli Islahat Fermanına yakından bakmak bugünü anlama bakımından önemlidir:
Rusya, Osmanlıyı savaş ortamına çekebilmek için iki görünür gerekçe üretti: Kudüs'teki kutsal yerlerin ve Osmanlı ortadokslarının hamisi olarak tanınmak. Bu cüretkar taleplerin iktidar sahibi bir devleti, diplomatik açıdan aşağılamayı amaçladığı aşikardır.
1853 yılında başlayan savaş, İngiltere, Fransa ve hatta Avusturya'nın, Osmanlı müttefiki olarak devreye girmesi sonucu, Rusya'nın yenilgisiyle 1855'te sona erdi. Ateşkesin kabulü aşamasında müttefiklerin, Osmanlının rızasını almadan gayrimüslim tebasına ilişkin çok geniş bir düzenlemenin yapılacağını Rusyaya taahhüt ettikleri ortaya çıktı. Aynı yıl Viyana'da yapılan barış görüşmelerinde; konu ile ilgili hüküm, Osmanlı devlet adamlarının itirazlarına rağmen müttefiklerin baskısı ile ateşkes metninde yer aldı. Devlet, Avrupalı Devletlerin zorlamaları nedeniyle Islahat Fermanı adını verdiği belgeyi yayımlamak zorunda kaldı. Aynı yıl içinde imzalanan Paris Anlaşması, doğrudan Islahat Fermanına atıfta bulunarak Avrupa Devletlerinin Osmanlı reformlarını bizzat takip edeceğini teminat altına alıyordu. Bu anlaşma hükümleri, ileride Osmanlının iç işlerine karışmada hukuki mesnet olarak kullanılacaktır.
Alçaklık böyle bir iş değil midir? Müşterek kazandığınız bir zafer anlaşmasının içine, bütün itirazlarınıza rağmen bizzat işbirliği yaptığınız devletler tarafından ileride iç işlerinize müdehale edilmesini sağlayacak hükümler konması olarak alçaklık!
Aradan çok zaman geçti, çok gelişmeler oldu, Türkiye'nin gayrimüslim vatandaşlarının sayısı, dramatik boyutlarda azaldı. Oysa hayatın kendimiz gibilerden ibaret olmadığını öğrenmek için ne kadar da çok ihtiyacımız varmış meğer gayrimüslimlere... Kişisel, insani sınırlarımızı test etmek, insanlara esnek davranabilmek için... Neyse bu, başka bir bahsin konusu.
Gayrimüslim kitlenin sosyolojik açıdan folklorik düzeye inmiş olması nedeniyle, Avrupa Birliğinin Türkiye'yi kontrol altında tutarak yeniden bir "tehdit" haline gelmesini engelleyebilmesi, ancak iç işlerimize karışabilmesi ile mümkün olacaktır.
Avrupa Birliği ve onun başat ülkelerinin, görüntüde hukuk, insan hakları, katılımcılık vb hoş, büyülü ve çağdaş söylemleri temsil tekeliyle hareket etmelerine rağmen Türkiye Kürtlerinin hamiliğini yürütüyor imajının altında terör örgütüne her türlü yardım ve yataklık yapmasının ana sebebi budur.
Türk siyasetçileri, yakın bir zamana kadar kendinden menkul 'rejim bekçiliği' söylemini darbe yapmak suretiyle gösteregelmiş olan ciheti askeriyenin yeniden aktive olmasını engellemek, demokrasiyi mümkün mertebe kurumsallaştırmak adına Avrupa Birliği Projesini çapa olarak kullanmak eğilimindeydi. Her iki taraf için de anlamlı ve geçici bir işbirliği...
Türkiye'nin Avrupa açısından tehdit görülmesinin tarihte bir karşılığı vardır. 1908 yılından bu yana geçirdiği savaş, göç, yoksulluk ve yoksunluk gibi her biri kendi içinde onlarca travma taşıyan badireden sonra kendi tarihsel kimliğini hatırlamaya başlayan milletin, Avrupayı yönetenler nezdinde tedirginlik uyandırması mazur görülebilir ancak Avrupalı elitlerin zihinlerinde kurdukları korkuların "kendini gerçekleştiren kehanete" hizmet edeceğini uzun yaşayanın göreceği kanaatindeyim.

20 Mayıs 2016 Cuma

Terörle Mücadelenin Geleceği

Terörle mücadelenin son terörist de ortadan kaldırılıncaya kadar sürdürüleceği fikrini anlamakta güçlük çekenler, acilen bu politikadan vaz geçilerek "şiddetin şiddeti doğurduğu" gibi söyleniş bağlamı farklı ve konu ile ilgisi olmayan argümanlar üzerinden terörle mücadelenin netice alınmadan durdurulması ve terör örgütü ile yeniden müzakere masasına oturulmasını istemekteler.
 
Kanaatimce Bölgede yaşayan ve ataerkil kültürün korkutmaları yerine barışa ve kardeşliğe destek veren insanımızı, pratikte teröristin inisiyatifine terk etmek anlamına gelecek olan masaya oturma fikrinin söylem olmak dışında hiçbir değeri yoktur.
 
Elbette bu toprakların gerçek sahibi olan sessiz çoğunluğun kardeşçe yaşamak yönündeki arzusunu/seçimini, sevgi açlığı içinde travmatik bir çocukluk yaşamış ve psikolojik yardım alamadığı için kendini şiddet üzerinden ifade eden teröristin tercihi ile bir ve eşit tutamayız.

Terörist profili, yukarıdaki belirtilerin yanında kendisine ilk sevgi/ilgi göstereni kaybetmemek için yapabileceği başka seçimleri göz ardı ederek katıldığı grubun kendisine biçtiği rolü, bir kabul seramonisi sanıp ailesinde aradığı tüm nitelikleri grubuna aktarmış, yıllar sonra geçmişi yeniden hatırlarken "başka seçeneği olmadığını" ifade eden ve kendini kurban hisseden eli silahlı kadın ya da erkekten müteşekkildir. 
  
Bu profilin güncel uğraş kriterlerindeki kimi değişimlerin yol açtığı ve kendini siyasetçi, akademisyen, üniversite öğrencisi, esnaf, beyaz yakalı çalışan, işçi, çiftçi vb gibi farklı görünürlükler üzerinden ifade eden başka teröristlerin varlığı, yapıp ettiklerine göre değerlendirilmektedir. Bu ikinci grup, aktif bir silahlı eylem içinde olmadığından ölü severliğin kültürel taşıyıcısı olarak memleketimizin bütünsel varlığına yönelmiş başka tehditlerle örgütünün yapacağı stratejik işbirliklerine kaynak (zaman, emek, para) ayırmak suretiyle hizmet vermektedir. Bu gruba girenlerin doruk deneyimlerinin, toplumda normal sesle ifade edilmesi, genellikle suç kapsamına gireceğinden ruhlarındaki tatminsizlik her geçen gün büyüyecek bu da potansiyel bir şizofreniye zemin hazırlayacaktır.
 
Peki, son terörist de ortadan kaldırılıncaya kadar terörle mücadelenin sürdürülecek olmasının pratikteki anlamı ne? Bu tarz işlere bulaşmış herkes ölecek mi gerçekte?
Buna dünyada en çok kullanılan enerji kaynağı olan petrolün akıbeti üzerinden kurgulanacak bir metaforla anlatmanın daha uygun olacağı kanaatindeyim: Petrol, bir gün bitecek mi? Hayır, petrol hiçbir zaman bitmeyecek. Ancak petrol çıkarma maliyetleri öyle yüksek bir noktaya gelecek ki, onu çıkarmak ekonomik olmaktan çıkacak. Şu halde yeryüzünde petrol bitmeden, petrol çıkarma maliyetlerindeki artıştan dolayı petrolün kullanımı bir gün biteceğinden çıkarılma faaliyetlerine son verilecektir. 
  
Terör de böyle olacak: görünürdeki tüm teröristler temizlendikten sonra kalanlar, kendilerinden öncekilerin akıbetlerini gördüklerinden ya bu "işi" bırakıp yurt içi ya da yurt dışına çıkarak kaybolurlar ya da seveni kalmamış serseri aşık gibi kendilerini de imha edecekleri daha büyük kamikaze eylemlerine girişerek terörden temizlik işini bizzat kendileri yaparlar. Yurt içinde kaybolma fikri, geçmişte Alman Nazilerinin kalarak ya da göç ederek bulundukları/yaşadıkları toplum içine karışıp izini kaybettirmek biçiminde denedikleri tecrübeye uygun olarak ecelleri izin verirse/zamanı geldiğinde yakalandıkları, son derece huzursuz, doğal ve sahici bağlar kuramayan bir zaman kullanımı biçiminde yaşayacakları bir gelecek tasavvuru içinde kalacakları öngörülebilir.

19 Mayıs 2016 Perşembe

Yeni Başbakan, Yeni Gelişmeler

19 Mayıs 2016 günü AkParti sözcüsü Ömer Çelik, yaptığı basın toplantısında AkParti'nin yeni genel başkan adayının teamül sonuçlarına da uygun olarak Binali Yıldırım olduğunu açıkladı. Binali Bey de teşekkürle donattığı ilk konuşmasını teröre yönelik kararlılık içeren beyan ile kapatırken gerek söylem gerekse de beden dili itibariyle uygun/yeterli bir duruş sergiledi.

Kişisel olarak benim favorim mevcut adaylardan Bekir Bozdağ idi. Bekir Bey'i Binali Bey ile mukayese ederek seçmiştim. Finale bu iki ismin kalmasındaki ilk sebep, listenin zaten toplam altı isimden oluşması ve bu iki ismin de zaten bu listede yer alması dolayısı iledir. Bu altı kişilik liste içinden finale aldığım isimlerin ortak özelliği de kişisel olarak sosyolojik bir kitleye sahip olmayışlarıdır. Bir de Yalçın Akdoğan gibi sosyolojik bir tabanı olmamasına rağmen bu görevi kabul sonucu, gelecekteki siyasi kariyeri açısından kendinde güç vehmedilecek biri sanılarak erkenden tasfiye edilme ihtimali olan aktörlerin bu göreve soğuk bakacağını öngörüyordum.

Tarihe not düşmek bakımından kişisel bir derleme toparlama olsun diye yazdım, yukarıdaki satırları. Şimdi gelelim güncele: Tayyip Bey, sempatik olanı mı, sorumlu olanı mı seçecek, göreceğiz ama kolay bir seçim olacak demiştim. Kanaatime göre sempatik olanı seçmiş görünüyor.

Bu seçim ile AkParti'nin Tayyip Bey'e ait kişisel bir parti olduğu kanaatinin pekiştiğini düşünüyorum. Bizim gibi bu vatan ve bu devletin tarihsel misyonuna uygun icraat bekleyen insanların da ortak amaçlara uygun siyaset ürettiği sürece AkParti'ye siyasetin her kademesinde hizmet/destek vermeye devam etmesinin misyonlarının bir parçası olduğu kanaatindeyim.

Oğullarının her birini yıllar içinde Sultan'ın açtığı bir savaş için gönderen adamın, son çocuğu da savaş için istenince "söyleyin padişaha benim sülbüme güvenip savaş açmasın" demesi gibi Tayyip Bey de kendisi ve AkParti için Türkiye'nin tarihsel misyonuna uygun hareket ettiği müddetçe dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği ancak bundan sapması halinde sosyolojisinin değişeceği, bugüne kadar arkasında hissettiği oy kitlesinin sürekliliğini kaybedeceği saptamasında bulunmuş olalım.

Bizler, Fetmen'i (FGülen), her ne kadar topluluğunda bulunup bir cemaat kimliği devşirmemiş olsak da Türk Okullarında yaptığını sandığımız gelişmelere duyduğumuz sempati yüzünden kendisini ve hareketini desteklemiş, ardından tıfıl cemaat çocuklarına bile sirayet eden "bokumda boncuk var" kibrinden huylandığımız için araya mesafe koyduğumuz; 17 Aralıktan sonra da bu grubu A'dan Z'ye tamamen çizmiş insanlarız. Küçük kaprislerle değil ancak ilkelerden saptığına kanaat getirdiğimiz herkes için bunu yaparız. Tayyip Bey, duysa bizimle gurur duyardı.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Başbakan Adaylarının Analizi

Bu ara sosyal medyada "Başbakan kim olur?" fikri üzerine açıklamalar, tahminler yapılıyor. Ben de kendi kanaatimi yazayım:

 Herşeyden önce Özal'ın Çankaya'da sıkışmışlıktan, zorunluluktan dolayı üretmek zorunda kaldığı Semra Hanımı kendi adına partinin İstanbul Il Başkanı yapma formülü gibi sorunu aile içindeki bireylerin katkısıyla çözmek fikrinin bugün için pratikte bir karşılığı yok. Albayrak, Enerji Bakanlığındaki tecrubesini devam ettirir, yani.

Yeni başbakanın en önemli özelliği, sosyolojik bir tabanı bulunmayacak olmasıdır. Bu bilgi iki ismi öne çıkarıyor: Binali Bey ve Bekir Bozdağ. Ama önce Yalçın Akdoğan ve Numan Kurtulmuş isimlerine bir bakalım:

Numan Bey'in sosyolojik tabanı var. Hem de ülke çapında. Git, denince gidecek biri değil, Numan Bey. O nedenle olmaz zaten, yoksa çok değerli bir isim.

Başbakan adayı olarak Yalçın Akdoğan isminin öne çıkması, sosyoloji kriterini sağlar. Sürekli haklı olmaya vurgu yaptığı 'öfkeli' konuşmalarına ilişkin geçmişte yapmış olduğum değerlendirmelerim, aradaki dostların işlevsiz kalması ile amaçladığım değişimi tetiklememişti. Her şeye rağmen ben 'uzaktaki bir dost' olarak görev yaptığımı düşünüyorum.

Yalçın Bey için böyle bir görev, ileriki siyasi hayatının riske girmesi sonucunu doğurur. Olursa bundan sonra hep potansiyel bir tehdit olarak görülecektir.


Ya bir an önce sosyolojin olacak ya da güç merkezine olan mesafeni koruyacaksın.


Bekir Bozdağ, her ne kadar hukuk disiplini açısından teknisyen bir kimliğe sahip olsa da stratejik bakış açısına haiz biri olarak bunu gelecek dönemi için avantaja çevirebilir. Fetö ile mücadelede başarılı bir isim. Yaptıklarının ülke zemininde neye tekabül ettiğinin farkında. Etrafıyla uyumlu bir isim. Dolayısı ile benim favorim. 

 Binali Bey, mühendis, dolayısı ile yine bir teknisyen kimlik. Bugüne değin büyük resme baktığını hiç görmedim, duymadım. Sonuç odaklı biri. Bakanlar Kurulu gibi bir Orkestrayı yönetecek birinin, süreç odaklı da olması beklenir. Tasarrufları sırasında çok çam devirebilir. Empati yeteneğinin, bu riski karşılayacak kadar gelişmiş/kapsayıcı olmadığını düşünüyorum. Başbakan olmasının, siyasi ölçeğin başkanlık gibi yeni bir aşamaya geçeceği güne kadar Yıldırım Akbulut dönemi tadında yaşanacağı kanaatindeyim.

12 Mayıs 2016 Perşembe

Davutoğlu'nun Psikolojisi

Kimlik tanımı ile başlamak istiyorum. Bulunduğumuz ortama uyum sağlamak üzere geliştirdiğimiz davranış kalıplarının bütününe, kimlik diyoruz. Ego, anne, baba, çocuk, kardeş, arkadaş, siyasetçi, akademisyen, senarist vb. gibi hayatın tüm aşamalarında kullanageldiğimiz kimliklerimiz var.
Kimlik değişimleri, ortam değiştikçe bizzat bilinçaltımız tarafından otomatik bir şekilde gerçekleştirilir. Bir kimlikten ötekine takılmadan, rahatça geçeriz.

Davutoğlu, oldum olası akademik kimliği ile birlikte anıldı. Şüphesiz hocalık, Davutoğlu'nu kendisi yapan önemli doruk deneyimleri yaşamasına vesile olan ego kadar güçlü bir kimlikti. Bu nedenle olsa gerek akademik kimliğin, ikinci bir deri gibi Davutoğlu'nun üstüne yapıştığını müşehade ettik.

Davutoğlu, hoca ve akademisyen kimliğini siyasi ve başbakanlık kimliğinin önünde tuttuğunu, diğer bir deyişle parti ve hükümet başkanlıkları gibi icracısı olduğu "siyasi kimliklerine" gereken önemi vermediğini iktidarı süresince gözlemleme imkanı bulmuştuk.

Tutumunu, performans verdiği alanı sahiplenmekten kaçınması, değersiz görmesi gibi anlamlara yol açabileceği dolayısı ile toplum nezdinde siyaset kurumunun itibarını zedeleyebileceği endişesiyle yanlış bulduğumu ifade etmiştim.
Kendini gerçekleştiren kehanet midir bilmiyorum; gidişatı, tam da Davutoğlu'nun kendi önceliklerinde beyan ettiği üzere seyrediyor. 
Davutoğlu, akademik, diplomatik ve siyasi alandaki müzakere ortamlarının gerektirdiği önemli özelliklerden biri olan "oyunculuk" yeteneği ile mücehhez olduğundan görevi bırakma kararı alması ile fiili olarak bırakması arasında geçen süre içinde psikolojik açıdan yaşadıklarını büyük oranda kendi içinde tuttuğu, dışarıya herşeyin son derece sakin geçtiği algısını vermekte olduğunu görüyoruz. Türkiye'yi yönetirken bir anda görevden çekilmek, inisiyatif %100 oranında sizde olduğunda bile ne kadar normaldir? İnsanda hiçbir psikolojik iz bırakmaz, etki uyandırmaz mı?

Bir Android'ten bahsetmediğimiz açık olduğuna göre psikolojik bir değerlendirme olarak Davutoğlu'nun oyunculuk yeteneğinin, içinde olan biteni maskeleyebilecek kadar güçlü olduğunu söylemek hakkını teslim etmek olur.

Davutoğlu'nun ani bir kararla görevini bırakması, psikolojik açıdan travma geçirdiği biçiminde yorumlanabilir. Travma, en yalın tanımı ile insanın kendine, "bu yaşadıklarım nedir? neler yaşıyorum? bu benim başıma neden geldi? yaşadıklarıma ne anlam vermeliyim?" gibi temel soruları sorduğu ve henüz tatminkar bir cevaba ulaşmadığı dönemi tanımlar.
 
Davutoğlu'nun, bu sorulara bulacağı güçlü cevapların yanında halen diri ve işlevsel bir konumda olan akademisyen kimliğinin kaldıraç etkisi ile başta Tayyip Bey olmak üzere sevenlerinin emeğini onurlandıracağı, kendisine teşekkür edeceği çeşitli girişimler ile bu depresif süreci makul bir sürede aşacağı kanaatindeyim.

Tekrar edeyim : En yetkili ağızdan alınmış bir teşekkür, kendini adamış bir performansın sukuna/huzura erişmesine yeterli gelir mi? Arınç'tan "o, bir teşekkürü" bile esirgemiş olan Tayyip Bey'in, dil ve hal yolu ile emeği onore etmek anlamına gelecek kapanış seramonisine gereken önemi vermesi, herkesin yoluna sağlıklı bir şekilde devam edebilmesinin en önemli koşuludur.
 
Alacağı Türkiye merkezli, yeni uluslararası görevlerin yanısıra yazmasını ümit ettiğim hatıralarını sabırsızlıkla beklediğimizi, emekleri için müteşekkir olduğumuzu da bilmesini isterim.
 
İyi ki varmış, iyi ki var.

 

11 Mayıs 2016 Çarşamba

İş Kimliği

Davutoğlu'nun görevi bırakması, "sahibi" olmadığımız ancak belirsiz (ve geçici) bir süre tasarrufumuzda bulunan (ticari) "iş"lerin icrasında kullanmak üzere geliştirdiğimiz "iş kimliklerinin", bireysel zamanımız (emeğimiz) üzerindeki kontrolü ele geçirerek üstümüze yapışması sonucu bizi birer işkoliğe dönüştürerek diğer kimliklerimizden kaynak -zaman, enerji- kullanmak suretiyle onları küçültmesi dolayısı ile insan olarak "yoksullaşmamızı" gündeme getirmesi bakımından önemlidir.
 
Nitekim emeklilik, atılma, iflas ya da bir başka nedenle ayrılma gibi iş kimliğinin işlevsiz kalmasına yol açan durumlarda, Yahya Kemal'in dediği "Bir faciadır böyle bir alemde uyanmak" durumları meydana gelir. 
 
Hayatınızı bir de böyle okuyun. İş kimliği olanlara uyarı olsun. 

1 Mayıs 2016 Pazar

Vekillerin İhtiyacı

Dokunulmazlıkların görüşüldüğü Anayasa Komisyonunda çıkan arbade, "haklı mı olmak istiyorsun, mutlu mu?" ikilemini olanca güzelliğiyle bir kez daha ortaya çıkardı.
Yaptıkları iş bölümü çerçevesinde terör örgütünün siyasi partisinde vekil olarak istihdam olunan şahıslar, örgütlerine hizmette kullandıkları, ana motivasyon aracı olan söylem özgürlüklerinin ellerinden alınacağı endişesi ve geçmişte yaptıkları yıkamacı, çatışmacı ve kışkırtmacı konuşmaların suç isnadı olarak yarg...ı aşamasında olması nedeniyle sözkonusu yasal değişikliğe direnmeleri kanaatimizce anlaşılır bir tavır olarak karşılanmalıdır.
Garip olan AkPartili vekillerin, haklı olmak adına odaklandıkları büyük resmi; süratle bırakıp kışkırtıldıkları ilk harekette refleksif tepkiler vererek muhataplarının örümcek ağı gücündeki tuzaklarına bodoslama dalmalarıdır. Sonra kimde kontrol kalır...
"Ama haklıydık!" Bunu (varsa) diyeni o çatı altından alma imkanım olsa inanın bir dakika tutmazdım.
Vekillerin acilen öfke kontolü eğitimi başta olmak üzere bedensel ve ruhsal açıdan kendilerini tanıyacakları eğitimler almaları gerekiyor.

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...