29 Kasım 2015 Pazar

Türk ve Sünni olmak - I


Kategorik değerlendirmelerin bizi götürdüğü yerle hayatın gerçekleşmeleri arasında her zaman bir uyum olmuyor. Devlet tartışmalarının da bu genel kapsamı iyi temsil ettiğini sanıyorum. Bir kere kurulduktan sonra kendisini kuranlara dahi ihtiyacı olmayan devlet kurumunu, yol açtığı, dönüştürdüğü; toplumsal yapı, anlayış ve ilişkiler vb bağlamlarında eleştirebiliriz ancak topyekun dünyaca bir dönüşüm geçirmeden kendi devletimizden de vaz geçecek değiliz. Anarşizmin her türlü otoriteyi reddeden yaklaşımının kolonyal geçmişten gelen Batı ve ABD tarafından benimsenmesini beklemek rasyonel mi? Olmadığını düşündüğümden devletsiz toplum tasarımlarına güzelleme yapmayı pratikte kendime uygun bir yol olarak görmüyorum.
Gördüğüm kadarıyla Türk Devletinin 950-1923 arasındaki  karakteristiğinde Türk ve Sünni kavramlarının izlerini görebiliyoruz. Ancak buradaki Türk ifadesini, dar anlamıyla Selçuklu soyu, Osmanlı soyu gibi almamızın doğru olacağı kanaatindeyim. Dolayısı ile bu tanım, “Türkçe konuşan insanlar” olmaktan çok, (daraltılmış) bir soy ifadesi anlamına geliyor. Buna bir delil de yönetimde vekalet verdiği, dayanışma içine girdiği insanlarda bugün tanımladığımız anlamda etnik (özelde Türk olma) özellik aranmadığıdır.
Sünni olmak da, yine Selçuklu’nun halifeyi yükselmekte olan Şii esaretinden kurtarıp onun temsilcisi olduğu dini görüşü sahiplenmesini, bu durumun “kendi varlığının” dolayısı ile kimliğinin ayırt edici bir özelliği olmasını seçtiği kanaatindeyim. Hanefiliği de bizim tarihimiz açısından siyasi sonuçları olmayan sosyolojik bir eğilim olarak görmek gerekir. 950-1923 arası Türk Tarihi, iyisi ve kötüsüyle bu 2-3 kavramın –Türk ve Sünni de diyebiliriz- tarihsel performansıdır. 17.yy’da siyasi nedenlerle zulüm gören Alevi Türkmenleri dışında Pax Ottomana’da yaşayan etnisitelerin süreç boyunca nüfusça büyüdüğü, kendi kültürünü geliştirdikleri görülmektedir.
1923-1980 ve 1980 ile devam eden süreç olarak iki kategori daha tanımlıyorum. Bunların detayına başka zaman girmek istiyorum. Son olarak yorumun içinde Türkiye Cumhuriyeti için sahiplenici (assosiye) bir ifade olarak devletimiz kelimesini kullandım. Kişisel tecrübem ile geldiğim noktada bu zamanda bu coğrafya ve bu insanlarla bir kader birlikteliği geliştirmeme neden oluyor. Bu organizasyon içinde meydana gelebilecek olası yanlışları, hoş, makul ve meşru görecek değiliz. Ancak bunun karşıtı olan disosiyatif (içine girmeme, sahiplenmeme, kopma, çözülme) tavır alışlar, devletle birey arasındaki yabancılaşmayı pekiştirir, uyum sorununu besler, bir grup bağlantısı kuramazsa depresif bir bakış açısını bedenselleştirir. Grup bağlantısının yeni bir kimlik tanımı ile kişiye toplumsallaşma imkanı ve kişisel bir yaşama amacı verebileceği öngörülebilir.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Anadilde İbadet

Bir problem çözme tekniği olarak (!) “öyle olsa ne güzel olur; herkes anlar, rahatlar.” düşüncesi, kategorik anlamda romantik ve konformisttir. Bu durum romantik ve konformist olanın art niyetli olduğun vb anlamlarına gelmez. Yaklaşımla ilgili bazı sorunlar olabileceği anlamına gelir.

Nisa Suresinin 43. ayetinde geçen sarhoş ve cünüp iken namaza yaklaşmayın ayetini yorumlayan bazı araştırmacılar, buradaki sarhoş kelimesinin mecaz olduğu ve anlam olarak ne dediğini bilmemeye tekabül ettiği konusunda görüş öne sürüyorlar. Delil olarak da Kuran'da sarhoş kelimesinin 7 kez geçtiği, bunun 6'sında mecaz manası ile kullanıldığını ifade ediyorlar. Öncelikle bu istatistik bilgiden hareketle bu "sarhoş" kelimesi kullanımının da mecaz olduğu anlamı çıkarmak, makul bir yapacağı bir iş değil. Zaten dikkatli bir bakış, sarhoşken kelimesinde bir mecaz olmadığını tespit edecektir.

O zaman bu zorlama ve kerameti kendinden menkul yorum neden yapılıyor? Öncelikle anadilde ibadet konusunun temelinde okuduğunu anlama isteği, bunun da "okunan metinle anlama arasında" birebir bir ilişki olduğu yönündeki varsayımı tespit etmek gerekiyor. 

Anadilde ibadet metni ile okuduğunu anlama arasında kuvvetli ilişki kurulmasına iki majör sebepten ötürü itirazım var:
Birincisi, metinde standardizasyon var mı konusu. Kuran ancak orijinal metinden okununca Kuran olur, standart bir metinden bahsedilebilir. Bu metni bir başka dile çevirdiğinizde benzer anlama gelen başka metin(ler) elde ediyorsunuz. Aynı anlama gelme amacında tasarlanmış farklı metinler bunlar ve her metnin, okuyanda aynı anlamı çağrıştırması neredeyse imkansız. (Neden böyle? Bununla ilgili Geştalt Yaklaşımın algıyla ilgili kazanımlarına bir göz atmakta yarar olabilir.) Zira metni deşifre edip anlama kavuşturan "okuyan insanın zihni"dir. Bu zihin, çeşitli algı filtreleri, bakış açısı, bağlam ve (varsaymak, koşullamak gibi) ) geçmiş tecrübeler ışığında “kendince bir anlamı” ortaya koyar. Dolayısı ile metne bakan sayısı kadar yorum farklılığı olması –bile- mümkündür. Askerlikteki emir tekrarı, iki tarafın da anlamada uyum içinde olduklarını test etmek için kullanılır. Sonuç olarak Kuran çevirilerinin çokluğuna, bunları anlamada kişisel farklılıkların da etkili olduğu gerçeğini eklediğimizde ortaya homojen, mutlu, ne dediğini bilen bireylerden oluşan bir topluluk çıkmaz. Tersine kaotik çeşitlilikte, ifade ve dolayısı ile grup düzeyinde kabul sorunları yaşayan küçük topluluklar ortaya çıkar. Allah, iktidar duygusunu yaradılıştan bu yana insanın içinden almadığına ve bundan sonra da almayacağına göre bilgi üzerinden barış içinde sözünü hayata geçiremeyen topluluklar, "benim dediğim doğrudur" çerçevesinde şiddete meyletme imkanı bulabilir.

İkinci olarak anadilde de olsa metinlerin anlamı, tekrar edildikçe eskir, flulaşır, içi boşalır ve zamanla ortadan kalkar. Bu nasılsın, iyi misin ifadesindeki vurgulardan da kolayca gözlemlenebilir. Gerçekte çoğu zaman jenerik amaçlı kullanılan bu ifadenin tekabül ettiği fiziki bir anlam bulunmaz. Dolayısı ile her gün sürekli kullanılacak anadildeki metnin “anlamlı ve vurgulu” ömrü, sanıldığının aksine “ilk heyecanın ömrü kadar” dolayısı ile kısa sürelidir.

Bir de ortak metin ve anlayış olmaması nedeniyle toplumsallaşamayan sürekli tekil yaşanan ibadet durumu var. Ana diliyle ibadet edenlerin "Allah'ın bu yaptıklarını emrediyor ya da tasdik ediyor" olduklarına dair kanaatleri nereden gelmektedir? Buna da iddia sahiplerinin yine ayetler ışığında bir açıklama getirmesi gerekiyor.

Sonuç olarak mantık yolu ile anadilde okunan bir metnin ibadeti daha güzel yapmaya imkan sağlayacağı önermesinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Üstelik bu tutumun, Müslümanların geniş anlamda toplumsallaşmalarını engelleyen; onları daha lokal, sınırlı topluluklar halinde tutacak dolayısı ile birbirlerine yabancılaşmalarını sağlayacak riskleri içerdiğini öngörüyorum.

22 Kasım 2015 Pazar

Suriyeye fiili müdehale mümkün mü?

Medyanın algı oluşturarak kitleleri yönlendirme gücü, ülkemiz pratiğinde -90'lardan bu yana- görünürde devletin, esasta ise milletin aleyhine işleyen bir süreç olarak gelişti.
Her bir şehit haberi, sanki 10.000 şehit birden verilmiş gibi "facia boyutunda" işlendiğinden siyasiler, radikal karar almakta zorlanıyor. Hatırlanacağı gibi çok uzak olmayan bir geçmişte Tayyip Bey, asker olanlar ve bunu meslek olarak seçenler için şehadetin mümkün sonuçlardan biri olduğunu söylemek zorunda kalmıştı...
1974 Kıbrıs harekatının, o günden bugüne, medyanın algı gücü dışındaki her şeyin aynı kaldığı varsayılsa bile bugün yeniden yapılamayacağı kanaatindeyim.
Türkmen Dağı'nın düşüşü ve Bayırbucak Bölgesindeki sıkışma bu konuyu gündeme almayı zorunlu kılıyor.
Bedel ödeme konusunda tereddütlü davranan, huzuru tesis edemez.
Başını kuma sokmanın dışarıda olan bitenden korumayacağı gibi.

19 Kasım 2015 Perşembe

Zana, değişim ve gelişecekler

Benim Leyla Zana'dan terörün bitmesi/bitirilmesi konusunda, risk alacağı, kendi grubuna metanet göstereceği, sürece hizmet edeceği vb konularında ümidim, beklentim vardı. Yemin törenini şova çevirmesi, kendisi ile ilgili beklentimi boşa çıkardı. Bunu niye yaptı? Kanaatimce bundan sonra terör örgütünün 'özgül ağırlığı'olan Kürtlerin sözü ile durdurulmak, silahlarını bırakmasının istenmesi durumunda Zana demiş oluyorki, benden fayda yok, boşuna beklemeyin. Bu durumda benzer riskleri alacak Öcalan dışında başka bir Kürt otoritesi de kalmıyor. Ancak devlet, ne Öcalanı ne de terör örgütünü muhatap almayacağını daha önce açıklamıştı. Zana, son bir girişimle ilgiyi/ışıkları İmralı üzerine yöneltmek istiyor olabilir.
Mevzunun bir de Türk Milletinden olmama meselesi üzerinden kurulması varki, devlet o devlet değil; Türk, o Türk değil; devir değişti, bir bunlar kaldı (terör örgütü taraftarları) değişmeyen. Öyle anlıyorumki, zihinlerinde yarattıkları Türk imgesi bunları hayatta tutan biricik motivasyon kaynağı. Iktidarda olsalar, Türk'e su bile vermezler. Öyle kindarlar. Ne diyeyim, ellerinden geleni ardlarına koymasınlar. Sosyolojiyi okuyamıyorlar. Dindarlar, devletin kendisine çeki düzen vermesi ile hamdolsun uzun yıllardır yaşadıkları yabancılaşmayı sona erdirdiler.
Batıdan yükselen dalga, Türkiye'yi hiç beklemediği -erken- bir zamanda İslam'ın tek temsilcisi olarak öne çıkaracak. Terör sorunu, zaman istiyor ama yeterli zaman yok. Operasyonlara hız vermek gerek.

17 Kasım 2015 Salı

"Ders alsın, ne ya?"

Davutoğlu, 12 Ekim Ankara Garı saldırısının hemen sonrasında en hakim olduğu dil olan Türkçenin nefret dili versiyonuyla devleti suçlayan Selahattin Demirtaş isimli sorumsuz siyasetçisini; Paris saldırısı karşısındaki tutumlarından dolayı Fransız aydınlarının ve  Fransız basınının tepkisini örnek göstererek ders almaya davet etmiş.
Sevgili Başbakanım, siyasi kimliği taşıdığın sürece muhataplarından beklentilerin de siyasi olmalı, öyle değil mi? O zaman neden istifa etsin, özür dilesin demiyorsun da ders alsın diyorsun? Bu adam, çözüm sürecinde Hükümeti oyalayan; terör örgütüne kaynak sağlayan bir performansın sahibidir. Onu görünce aldatılmışlığımız, kayıplarımız geliyor aklımıza. Biz bu adamın görüntüsünü görmek, sesini duymak dahi istemiyoruz.

10 Kasım 2015 Salı

İyinin başlattığı zincirleme tepki

Avusturya kökenli Amerikalı psikolog Paul Watzlawick, iyideki kötü ismiyle dilimize çevrilen eserinde kötünün kendini sıfır toplamlı oyunları toplumda yayarak koruduğunu (olanı korumak adına vermemek/paylaşmamak, kayıp kaygısının ileri derecede kaybedene sevinmeyi pekiştirdiğini) ifade eder. Buna göre benim kaybım muhatabımın kazancı ya da tam tersidir. Bu fasit daireyi kırıp karşılıksız bir şey yapmaya kalktığınızda iyinin başlattığı zincirleme tepkinin de kötü gibi bulaşıcı olduğunu ve hayatı güzelleştirdiğini, bu kısa filmin çok güzel bir şekilde örneklediği gibi görüyoruz.


9 Kasım 2015 Pazartesi

Adalet duygusunu incitmek

14 yaşındaki madurun başına taşla vurup, bayıltarak tecavüz edip hamile bırakan şahsa, Türk Milleti adına "saygın tutum" indirimi uygulayan;
TRT sanatçısı Hatice Kaçmaz'ı, buluştukları parkta; evinden getirdiği bıçak ile 16 yerinden bıçaklayarak ölümüne sebebiyet veren şahsa; mahkeme tarafından cinayetin tasarlayarak değil "aşırı sevgiden" dolayı işlendiğine hükmedilerek Türk Milleti adına müebbet hapis cezası verildi; böylece sanık, af imkanları açık olmak üzere 30 yılı aşkın süre kesintisiz ceza yatmaktan kurtuldu;
Bu ve benzeri emniyet, yargı ve maliye (vergi, trafik) bürokrasisince verilen cezai kararların; toplumdaki adalet duygusunu inciterek milletle devletin arasını açmaya matuf nitelikli kararlar oldukları kanaatindeyim.
İşgüzarlık ederek bu cezaları tahakkuk ettiren bürokratların, usulünce sorgulanması ve verdikleri başka kararlarla da maduru değil faili ya da "haksız yere" devleti koruyan kararlarının tespit edilmesi halinde; "toplumda adalet duygusunu bilerek incitmek" ve bu yolla toplumsal barışa zarar vermeye çalıştığı tespit edilen  bu bürokratların, görevlerinden süratle uzaklaştırılması ve yargılanması sağlanmalıdır.
Bunun bir büyük resim suçu, dolayısı ile hukuk tekniği dışı bir uygulama olma ihtimaline binaen (örneğin, sicilinde üçten fazla yukarıdakine benzer majör nitelikli hatalı karar bulunan bürokrat esnafını, sistem dışına atacak mekanizmaların ivedilikle kurulması,) gerekli yasal düzenlemelerin yapılması, bu toplumun huzurunu ve mutluluğunu tesis etme bakımından elzemdir.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Türk Bankalarının Dış Borç Sorunu



Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, Türk Bankalarının, özellikle bugünlerde; Avrupa'dan üç yıldan uzun vade ve olağanüstü düşük faizlerle borçlanmalarının mümkün olduğunu söylüyor. "Bunu yaparlarsa ülkemizin bankacılıktan kaynaklanan kısa vadeli borçları azalacak, yok yapmazlar ve 1-2 yıllık borçlanmaya devam ederlerse zorunlu karşılıkları yükselttik, o zaman da Merkez Bankasının döviz rezervlerini artıracaklar. Neden bankacılık sektörüne odaklı gidiyoruz? Çünkü banka dışı reel kesimin borcu zaten uzun vadeli."

ABD'nin uzun vadeli faizleri, USD bazında %2 civarında. Almanya'nın borçlanma faizleri de Avro bazında %0,5 dolayında. Bunun üstüne ne kadar risk primi koyarsanız koyun, Türkiye için çok cazip oranlar bunlar. Bu daha önce olmayan yeni bir durum. Bankalarımız 3 yıldan uzun vadeli borçlanmaya başladılar bile. Bankalarımızın bir yıla kadar bütün kısa vadeli borçlarının tamamını gelip Merkez Bankasından borç almaları için de yeteri kadar bir pencere açtık. Dolayısı ile borcu döndürmeyle ilgili hiçbir sorunları yok.

Erdem Başçı: Zorunlu karşılıklara; iyi zamanlarda, bolluk zamanlarında faiz ödemiyorduk. Şimdi kademeli olarak hem yabancı para bazındaki zorunlu karşılıklara hem de TL bazındaki karşılıklara faiz ödemeye başladık. Yabancı para bazında da aslında FED’in kararlarına doğrudan bağladık bunu. Orada FED, 25’ten 50 baz puana çıkacak olsa biz de hemen bankalarımıza ödediğimiz yabancı para bazındaki karşılıklar için 50’ye yakın bir yere çıkacağız. Şu anda 0,24 ödüyoruz, 0,25’in hemen altında. 50’ye çıkarlarsa da 50’ye yakın bir zorunlu karşılık faizi ödeyeceğimizi, 18 Ağustos’taki toplantımızda açıklamıştık. Bu yumuşatıcı, dengeleyici bir karar.

5 Kasım 2015 Perşembe

Marilyn Atkinson'dan mutluluğun ipuçları

Ericsson Enstitüsü Başkanı Marilyn Atkinson'dan mutluluğun ipuçları

Mutluluk, iki temel üzerine kuruludur: Biri denge, diğeri esneklik.

Yaşamdan keyif aldığını ve mutlu olduğunu söyleyen, bunu ifade eden insanları incelediğimizde, gününün bir kısmını fizikselliklerini yaşamaya ayıran insanlar olduklarını gördük.
Bedenlerini koruyorlar ve formda tutmaya çalışıyorlar.
Günlerinin bir kısmını öğrenmeye ayırıyorlar. Özellikle hayalleri ile hedefleri etrafında çalışıyorlar. Üçüncü olarak içtenlikle diğer insanlarla gerçekten güçlü bir deneyimi paylaşabilecek anlar yaratmak üzere yaşıyorlar. Mutlu insanların sırrı, o anda yaşamayı başarıyor olmalarıdır. Bu yüzden, onlarla birlikte olan insanlar da bu mutluluğu yaşıyorlar.
Son olarak ise gün içinde harcadıkları zamanın bir bölümünü de, katkı sağlamaya yönelik değerlendiriyorlar.
Yaşamda iz bırakan, fark yaratacak bir alanı seçmiş olmaları ve bu alanda da bir şeyler yapıyor olmaları, onların mutlu olmalarını sağlıyor. gerçek anlamda, "ben yaşamımda mutluyum" diyebilen insanların yaşamını incelediğimizde, bu dört alanın hepsine bir gün içerisinde zaman ayırdıklarını görüyorsunuz.

Hangi konuda çalışıyorsak çalışalım, istediğimiz şeylere ulaşabilme yetimizi ve bununla birlikte yaratıcılık potansiyelimizi harekete geçirmiş oluyoruz. Aynı zamanda da yaşamımızı başkaları için bir farklılık, bir değer yarattığını deneyimlemeye ihtiyacımız var. Bu böylece uzun vadeli katkıyı da getiriyor.

Kişi, yaşamın bu dört alanından hangisine daha çok odaklandığını fark ediyorsa, diğer az odaklandığı alanların yollarını aramalı. Bunun için düşünme sistemini koçlukla birlikte geliştirebilir. Bu, az önce mutluluğu tanımlarken sözünü ettiğim dengeyi oluşturabilir ve bu bir davranışa dönüşür. Koçların görevi de, insanların bu davranışlarını geliştirmesine ve adeta ışıldayarak ortaya çıkmasına katkı sağlamaktır.

Kolejliler Dergisi, Temmuz 2008, sh.44
http://www.ericksontr.com/wp-content/upload/kolejliler-temmuz-08-dr-marilyn-atkinson-roportaji.pdf

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...