31 Mayıs 2015 Pazar

Babasının tabutu başında yapılan son konuşma

Death a Funeral (2007) filminin finalinde, vefat eden babasının, ailenin bildiğinin dışında farklı bir hayat da sürdüğünü öğrenen büyük oğlu Daniel’in tabut başında yaptığı konuşma:
 
-Babam olağanüstü bir adamdı. Belki mükemmel bir insan değildi. Ama iyi bir adamdı ve bizi seviyordu.

- Hayat basit değildir. Karmaşıktır. Hepimiz kaos ve kargaşanın hüküm sürdüğü bir dünyaya hapsolmuşuz. Her zaman ölümün bir köşede beklediği, cevapsız sorularla dolu bir dünyada elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Tek yapabileceğimiz de bu ya zaten.

-İşte babam da öyle yapıyordu. Daima bana hayatımda olmasını istediğim şeyler için çaba sarf etmem gerektiğini, bu dünyada kimsenin kalıcı olmadığını ve başarılı olsan da, olmasan da en önemli şeyin denemek olduğunu söylerdi. Bir ebeveyn sana anca doğru yolu gösterebilir. Nihayetinde bu yolda kendi başına ilerlersin. Kendini geliştirmek zorundasındır.

- Bu yüzden, bugün buradan ayrılırken, babamın gerçekte nasıl biri olduğunu hatırlamanızı isterim. Sevgi dolu, iyi bir adam. Hepimiz babam gibi cömert, paylaşımcı ve anlayışlı olabilseydik, bu dünya çok daha iyi bir yer olurdu.
 

 

15 Mayıs 2015 Cuma

Suriyeli Göçmenler ve Fabrika Ayarlarımız - 1


Türkiye'de meskun insanımız için Suriyeli mültecilerin durumu, çeşitli açılardan test hükmünde artık:  Insanlık, müslümanlık, kardeşlik, merhamet,  paylaşım ve benzeri değer orijinli testlerin yanısıra aynı bireyler olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini, nerede ve hangi ölçekte gördüğümüz ve devlete yüklediğimiz misyonu da sorgulatan testlerden geçiyoruz.  

Türkiye, büyük resimde tarihi misyonuna geri dönüyorsa; Suriyeli bu göçmenlerin, savaş mağduru mülteci kardeşlerimiz olarak ana vatanlarına sığınmış olduklarını fark ve ifade etmemiz gerekli.
Suriyeli bu halk kitlesi, Bosna'dan, Bulgaristan'dan, Çeçenistan'dan, Afganistan'dan göçüp gelen kardeşlerimizden nitelik olarak farklı değil, çünkü. Göçmenlerin etnik açıdan Arap ya da Kürt olması ile İslam'dan farklı bir kimlik taşımasının da Türkiye Türk'ünün tarihi misyonu açısından pratik bir anlamı yok.

Türkiye Türk'ü, devleti kuran ve yöneten bir anlayışın sahibi olarak ülkesini oluşturan sosyolojik unsurların kendilerini var ve ifade etme biçimlerine saygı duymuş ve bu kimliklerin hep birlikte bir arada yaşaması için gerekli asgari koşulları, kimi zaman müdehale etmeyerek sağlamıştır. Türkler, bu topraklardaki en esnek, en tahammüllü halktır. Devletin kurucu ve yönetici unsuru olmasının da sırrı  budur. PKK ve onun siyasal alandaki uzantılarının her türlü şımarık/kışkırtıcı eylem ve söylemlerine hala genel toplum kesimlerinden makul dışı tepkilerin gelmiyor oluşunun da nedeni budur, halkın duyarsız, umursamaz ya da korkak oluşu değil. (Son birkaç gündür HDP seçim merkezlerine saldırılar yapılması, ya safları sıklaştırmak maksadına matuf bir dost ateşi, ya da ülkeye ayar vermek isteyen güçlerin taşeronu bir örgütün işidir. Bunu zaman gösterecek.)

Suriyeliler, bizim Suriye coğrafyasındaki kardeşlerimizdir ve ne zaman başları sıkışırsa Anadolu topraklarına göç edip geçici ya da kalıcı sürelerde iskan edilebilirler, paşa gönülleri bilir.

Ancak "Büyük Türkiye" algısı olmayan insanların nezdinde Suriyeli Göçmenler, Türkiye Ekonomisine ve insanına yük, ekonomik ve sosyal dengeleri bozan; bu ve benzeri nedenlerle , bir an önce geriye gönderilmeleri gereken insanlar olarak da görülebilir.

Bu görüş sahipleri, ülkeyi coğrafya olarak mülkü gibi gören bir grup olup iktidarı ele geçirip devleti yönettiği dönemlerde; farklı kimliklere sahip sosyolojik grupların aidiyetlerini yok saymış, içini kendisinin doldurduğu ve ironik bir şekilde adına Türk dediği eklektik bir kimliği, tüm etnik gruplara dayatarak toplumsal travmalara, dolayısıyla da devletin var oluşunun sorgulanmasına neden olmuştur.

Bu kardeşlerimizin insanların mutlu olmalarını temenni etmek bakımından taşıdıkları iyi niyete saygı duymakla birlikte devri iktidarlarında sahip olmak üzerinden yürüyen ceberrut, buyurgan, esnek olmayan, tek tipçi uygulamaların getirdiği sonuç odaklı, geleneksel kültürümüzü dumura uğratan ve büyük resmi silikleştirerek zaman, kaynak ve enerji kaybetmemize, ayrıca kültürel yoksunlaşma, kimlik ve hafıza kaybına uğramamıza neden olan politikalarını, tartışmadıkları, gözden geçirmedikleri, eleştirip güncellemedikleri için dikkate almamız mümkün ve makul değildir. Varlıkları ve aksettirdikleri tehdit sezgisi, bizi bir arada tutmaya motive etmektedir.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Beddua Söylemi

Kadim kültürümüzde iyi dilek esasken bu beddua söylemlerini kullananların motivasyon kaynaklarını tespitte ve anlamakta zorlanıyorum: Tecrube eksikliği, enerjinin bitmesi, tükenmişlik hali, tahammül eşiklerinin düşük olması, narsizm, haklı çıkma arzusu.... söylemlerinde içkin olan duyguların rahmani sonuçları çağrıştırıyor olmaması, dikkatinizi çekiyor mu? Nedir bu haklı çıkma arzusu? Bu arzunun şiddetiyle doğru orantılı, riske girme iştahı? Bunların ego kaynaklı tutumlar olduğu yapanlar görmüyor mu? Elbette biliyor, görüyor: Aşırı tevazunun semirttiği kibirle, "gir bakalım riske!", içtihat değil yaptığın, iftiradan hüküm giyeceksin ahrette.

7 Mayıs 2015 Perşembe

Yaman Bir Hikaye

Bir mayıs cuma günü, cuma namazını küçük oğlum Rıfat'la birlikte Pendik Güllübağlar Gül Camiinde kıldım. Kullandığım aracı, Belediyenin yeniden tasarlayıp hizmete açtığı, camiinin karşısındaki parkın yanına koymuştum. Namazı müteakip aracın yanına gittiğimde türünün güzel bir örneği olan bir sibirya kurdunu parkın içinde hareket halinde gördüm. Rıfat'ın da "sevelim mi?" talebi üzerine aracın bagajında bulunan içme suyunu, o sıra yerde fark ettiğimiz buruşturulup atılmış bir p...lastik bardağına doldurup kurda ikram ettik. Tüm bireysel sokak hayvanları gibi bu kurt da kendisine yönelen ilgiye, benzeri ile karşılık verdi, suyunu içti ve kendini sevmemize izin verdi. Bir başka canlıyı dokunarak sevme, herkesin muhakkak tatması gereken bir duygu, bilenler biliyor zaten. Su bitince yine araçta bulduğumuz birkaç galeteyi de belki yer ümidiyle kurda vermek istedik ama O, koklamakla yetindi. İşte o zaman arkamdan bir ses, "o et yer, galete yemez abi" dedi, "sen ver onu, ben öbürüne vereyim." Galeteleri verdim, parktan çıktı, sokakta iki tane daha köpek vardı, "yaman!" diye seslenince, kırçıllı ve zayıf olanı buna doğru koşuverdi. Galeteyi, Yaman'a verdi. "Bunu belediyenin barınağından yeni aldım" dedi. "üç gece rüyama girdi, gittim aldım..." ; "Bunlara sen mi bakıyorsun" dedim. Az ilerideki lastikçi dükkanını gösterdi, "...burada ben bakıyorum" dedi... Uzaklaşmıştı. O küçük lastikçi atölyesi, bir merhamet abidesi olarak gözümde büyüdü. Allah, bu tarz insanlardan razı olsun.

Yukarıdaki metni facebookta yayımladıktan sonra değerli arkadaşım Metin Tavukçu, ilgili şahısla bağlantı kurup bu örnek davranışı, haber yapmak istediğini belirtince 6 Mayıs Çarşamba günü yeniden Gül Camiine gittim. Ustayı buldum: Yıldıray Usta. Yaman da oradaydı. Bir kaç resim çektirdik, bolca da Yaman'ı sevdim. Bir kez daha canlı sevmenin iyileştirici gücünü tecrübe ettim.





6 Mayıs 2015 Çarşamba

KEMAL Sendromu ve Bürokratik Direnç

Bürokrasinin değişime karşı olduğu, direnç gösterdiği, gördüğü her yeniliğe karşı çıktığı gibi iddialar, toplumsal ve ideolojik pozisyonu ne olursa olsun hemen herkesin üzerinde sorgulama yapmadan kabullenip söyleyegeldiği vulgar söylemler sınıfındandır.

Weber'den bu yana rutin'in bürokrasi bakımından ne denli önem taşıdığını biliyoruz. Belirsizliği ortadan kaldıran ve denetimi etkinleştiren yönleri ile rutin, bürokrasinin düzen anlayışının doğal bir çıktısıdır. Bu nedenle rutin dışına çıkma, bürokratik sistemi, kısa vade istikrarsızlaştırıcı bir etki uyandıracaksa da orta vadede meydana gelecek uyumlanma ile bürokratik işleyişin bir parçası olacaktır.

Bürokratlar için rutin dışına çıkılması, kişisel olarak konfor alanından da çıkmayı gerektirir. Konfor alanı, iş ve işlemlerin rutin bir şekilde yapıldığı, kontrolün mutlak olarak sağlandığı bir yapıyı tanımlar. Bu alan, bir kez öğrenme ve sürekli bu öğrenilmiş bilgi(ler)i pekiştirmeyi ifade eder. Bu alanda kalıp da yatay anlamda (farklı) yeni bilgiler edinmek, öğrenimi sürekli kılmak mümkün değildir. Öte yandan kısmi bir dikey bilgilenme, iş ve işlemlerin neden ve nasılına dair küçük bir derinleşme söz konusu olabilir. Bir yılda öğrenilen iş akışını, yirmi kez tecrübe eden bürokratın çok tecrübeli olmasından bahsetmek mümkün değildir. Zira bu şahıs, kendini yirmi kez tekrar etmiştir. Zamanını, sürekli konfor alanında geçiren bürokrat, kendini geliştiremez. Rutin dışına çıkarak konfor alanının dışında çalışmak, öğretici ve geliştiricidir. Bürokrat, bu surette konfor alanını da geliştirir ancak fetihlerin durması, her zaman için gelişme ve öğrenmenin önünde ciddi bir risktir.

Bürokratik örgütün işleyişi sonucu oluşan fırsatlar, bu sistemleri yöneten tepe yönetici ve kurulların hanelerine yazarken, aynı süreçlerin karşılaştığı tehditler, bürokratlarca kişisel algılanmakta ve buradan doğacak sorumluluk, hiyerarşinin izin verdiği bürokratların hanelerinde izlenmektedir. Risk endişesi, bürokrasiyi sorumluluk almaktan alı koyar.

Yukarıdaki nedenlerle değişim talebinin kaizen-küçük iyileştirmeler dışında kalan, reformist özelliği baskın ölçeklerde gelmesi halinde, bürokratik refleksin direnç yönlü olması, anlaşılır bir tavırdır.

Öte yandan değişimin doğasının olumlu, bürokratik refleksin olumsuz olduğu örtük kabulleri hiç sorgulanmaz. Değişimin dağılma, savrulma, bozulma, çürüme gibi olumsuz yönde seyretmesi halinde bürokratik refleksin koruma yönlü tepki vermesi neden olumsuz algılansın?

İyi çalışan bürokratik bir örgüt tasavvur edelim. Bir nedenle bu yapıya nezaret edenlerin değiştiğini yeni gelenlerin iyi niyetli olmakla birlikte var olan iş ve ilişki ağını hiç tanımadığını varsayalım. Yeni gelenler, daha tutarlı, yeni, modern, etkin, verimli olmak vb gibi işlevsel gerekçelerle organizasyonun işleyişine müdehale edip işleyiş için başka çözümlerin de bulunduğunu ve bu başka çözümlerin bir an önce uygulanması gerektiği hususunda yetki (emir) kullanmış olsunlar. Bu durumda bürokrasinin çeşitli itirazlar öne sürerek yeni çözümlere direnç göstermesi, hadiseye dışarıdan bakan gözlemciler için bürokrasinin doğasına uygun davrandığı biçiminde yorumlanabilirse de gerçek bu mudur?

Dışarıdan gelenlerin, sistemi tanımayıp işleyişe vakıf olmadan, kurumsal alışkanlıkları tevarüs edinmeden yeni çözümleri bürokratlarla istişare/müzakere etmeden güç kullanımı yolu ile yeni tasarruflarda bulunmalarını nasıl açıklamalıyız. Benim adım KEMAL sendromu değil midir bu? Kerameti kendinden menkul davranış kodu...

KEMAL sendromu, sistemin kaynaklarını bitirinceye kadar iktidarını sürdürür. Sistem, iç enerjisini tükettiğinde dağılacaktır. Dolayısı ile bu çöküş/büzülme sürecinde oluşan bürokratik direnç, sistemi korumaya dönük bir çaba olarak algılanmalıdır.

3 Mayıs 2015 Pazar

Türkiye Ekonomisi Etrafında

Değerli arkadaşım Ekrem Okutan'ın "Mazot şu kadar emekli maaşı bu kadar!Bir sonraki parti bir öncekinin altında kalmıyor. Partiler bol keseden. Bunlar müzayedede mi sandılar!" mesajına kısa bir katkı vermek üzere başladığım yazı, konu üzerindeki denetimi ele geçirerek istedğim ve iradem dışında aşağıdaki haliyle vücut buldu. Kendisini o mesajın eki olarak bırakmak yerine buraya taşımayı daha uygun buldum. Umarım katkılarınızla zenginleşir:

Seçimi kurtarmalık, seçmene hoş görünmelik öneriler. Osmanlı ve öncesinde (pek çok tarihsel kültürde de olduğu gibi) ulufe dağıtılırdı ya, bu tarz vaadler temelde ona benziyor. İktidarı, bir paylaşım temelinde talep ediyorlar. İşin aslı henüz bölüşüm faslına gelmediğimizdir. Bu güne kadar icra edilen sosyal politikalar, görece madur gelir gruplarını destekleyip ezilmelerini bir nebze olsun önleyen akılcı politikalardı, toplumu bu güne taşıdı. Ancak bölüşüm ya da daha temel bir sorun olan hakkaniyetli bir gelir dağılımı, yalnızca sosyal politikalar üzerinden yürüyemez. Bu ancak iç borcun makul bir düzeye indirilmesi ile mümkündür. Bu güne kadar cari giderlerin dışında kalan kamu kaynakları, öncelikle yatırımların finansmanında kullanıldı. Ülkenin büyümesindeki bu Keynesyen etkinin iyi yönetildiğini düşünüyorum. Hükümet geçmiş dönemler itibariyle iç borcu, yeniden borçlanma yerine, gerçek ödemeler yapmak suretiyle düşürme yolunu da gidebilirdi ama bu tercihi sonucu, ülkenin ekonomik anlamda büyümesine ket vurmuş olurdu. Zira iç borç ödemeleri, transfer ödemesi niteliğinde olup ekonomik büyümeyi etkilemez. Kanaatimce 2016 yılı sonuna kadar yatırım finansmanına verilen önceliğin 2017 den itibaren iç borç finansmanına kaydırılması, iç borçlanma faizlerini aşağıya çekecek dolayısı ile iç piyasada hem üretim hem de tüketim ayağındaki ekonomik aktörlerin kullanabileceği çok ciddi bir kredi potansiyeli biriktirecektir. Bu aşamadan sonra yapılacak vergi düzenlemeleri ile kamunun ekonomideki ağırlığı azaltılabilir.

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...