30 Mart 2016 Çarşamba

ABD'nde Erdoğan-Obama görüşme(me)sine Kariyer Bağlayanlara Kapak

Obama'nın Tayyip Erdoğan'a randevu vermemek suretiyle "tepkisini, değer vermediğini vb." gösterdiğini iddia eden Fetö beslemesi yerli ve yabancı medya çalışanlarına kapak olması amacıyla bir hatıramı aktarıyorum: Bir tarihte Ünlü Türk Düşünürü Mevlüt Bayraktaroğlu ile birlikte Antep'e gitmek üzere Atatürk havalimanından uçağa bindik, orta koridordaki yerimize oturduk. Bizden sonra günün modasına uygun bir takım elbise giymiş, kravatlı, saçları taralı, sakal traşı temiz, güzel... kokusu etrafına yayılan orta yaş grubundan bir erkek yolcu, elinde günün magazin dergi ve gazeteleriyle birlikte hemen iki arkamızın hizasında cam kenarındaki yerine gelip oturdu. Saydığım özelliklerinden dolayı adam, ikimizin de dikkatini çekmiş olduğundan gözle takibi sürdürdük. Yerleşimini müteakip matbuatını biraz da yaygın diyeceğim bir şekilde açarak okumaya başlayan adamı Mevlüt, sesinin şiddetini çok da mahrem tutmayarak "şuna bak. tipine, giyim kuşamına baksan adam sanırsın. Bir de okuduklarına bak. Tamamı magazin. Bir kadın böyle bir adama ancak maddi durumundan ötürü ilgi gösterir. Soytarı bunlar..." mealinde sözler söyledi. Başımıza iş almayalım diye Mevlüt'ün sözlerini kesme girişimlerime rağmen neticede bu söz yığını adam tarafından algılandı.
Kalkıştan hemen sonra adam, oturduğu yerden kalkıp 7-8 koltuk ilerimizde olan Business kısmının kadife perdesini araladı ve davranışlarından hosteslerin ekip başı olduğunu sandığım bir hostes ile konuşmaya başladı. Adam, bir şekilde konuşmayı sürdürüyor, arada bir bize doğru dönüp bakıyor, tebessüm ediyordu. Mevlüt'e, "adamı hafife almışsın, bak sana şov yapıyor" dediğimi hatırlıyorum. Muhtemelen 40 dakika sonra adam, kadının birşeyler yazdığı küçük bir kağıt parçasını aldı, cüzdanını çıkarıp kredi kartları konan kısma bu kağıdı sokuşturdu. Sonra cüzdanını cebine koymayıp kadınla vedalaştı ve yerine geçmek üzere koridorda yürümeye başladı. Yanımızdan geçerken cüzdanını bize doğru açtı, kağıdı kart yerinde "yeniden" müşehade etmemizi sağladı. İkimiz de bu final şov ile sus pus olmuştuk.
Fetö'nün servetinde bulunan haram paradan beslenen medya erbabı, ne derse desin, Tayyip Bey kendini gerçekleştirecektir. Üstelik Obama, Kasım ayında görevini bırakacak ve sade vatandaş olacaktır. Neden daha dört yıl görev süresi bulunan güçlü bir ülkenin kudretli başkanını, kişisel kapis gibi algılanabilecek bir gerekçeyle reddetsin? Bunlar adamı zorla görüştürmeye sokarlar. Nitekim Mevlüt, adam hakkında aşırı cümleler kurmasaydı, adam da muhtemelen etkinliğini bize göstermek için oturduğu yerden kalkıp neredeyse tüm yolculuğunu ayakta kadınla konuşarak geçirmeyecekti.

29 Mart 2016 Salı

Türk Rus İlişkilerinin Geleceği

Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova'nın "...bu harekâtın sadece Türkiye ile ilişkileri bozduğunu söylemek doğru değil. Türkiye ile Rusya arasındaki kriz geçici." sözlerini değerlendiren Davutoğlu, "...Bu ifade o anlamda olumlu değerlendirdiğimiz bir ifadedir. Gerçekten bu krizin geçici olduğuna biz de inanıyoruz ve rasyonel düşünen bütün Türk ve Rus yetkililerin, başta liderler olarak bizlerin tarihi ve coğrafi bakımdan Türkiye ve Rusya’nın iyi ilişkiler geliştirme zorunluluğuna inandığımızı ifade etmek isterim." şeklinde karşılık verdi.
Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş da Bakanlar Kurulu sonrası yaptığı basın toplantısında gelen bir soru üzerine "Ne Rusya Türkiye'yi gözden çıkarır ne Türkiye Rusya'yı gözden çıkarır. Uzun yıllar birbirleriyle yakın komşuluk ilişkisi olan, rekabet ilişkisi olan ama birçok alanda işbirliği halinde olan iki ülke, ekonomik alanda işbirliği olan iki ülke öyle çok kolay herhangi bir krizi bahane ederek ilişkilerini ortadan kaldırmaz." açıklamasını yaptı.
Başbakan ve Numan Bey'in beyanlarında, Rus tarafında önemsenecek bir gelişme olmadığı halde -orantısız bir "kendi elini belli etme" ve "yumuşama telaşı" göze çarpıyor. Diplomasi, böyle iyi niyetli tek taraflı açıklamalarla yapılan bir iş ise cüretim bağışlansın...
Türkiye, Putin ve Rus Hükümetinin ani istifası dışında en az iki konuda gelişme kaydetmeden Rus tarafı ile kalıcı bir yakınlaşma içine giremez: Birincisi, Putin, uçak krizinin başladığı günlerde dünya kamuoyu önünde Türkiye’yi IŞİD terör örgütünü desteklemekle itham etmiş ancak bu iddiasını iftira olmaktan öteye götürüp ispatlayamamıştı.
İkincisi de Ruslar, bulunduktan nice zaman sonra "düşen uçağın karakutusunun" içindeki bilgilere erişemediklerini ifade ederek kendi yalanını ispatlama imkanından mahrum kaldığını itiraf etmiş; Rus uçağının sınırı geçmediğine dair yalandan da olsa ortaya hiçbir somut veri koyamamıştır.
Suriye'ye girerken Türkiye ile uçak krizi çıkar, Suriye'den çıkarken Türkiye ile barış. Çok uyanık ya, hasbam!
Arada, Suriye'de bulunduğun süre içinde Suriye sosyolojisini, Esad ve terör örgütü lehine değiştirecek bombalamalar yap, müttefiklerini teçhiz et, lojistik sağla,
Uçak krizi senaryosu ile Türkiye'nin Suriye konusunda inisiyatif almasını, hareket etmesini engelle, Türkiye'yi aleni tehdit et, imajı ile oyna, zayıflatılması için çaba göster,
Diğer yandan terör örgütüne Türkiye'de kullanması için doğrudan silah yardımı yap, canlı bomba eylemlerine adın karışsın; Kamuoyunda Türkiye'yi yönetenleri karala, itibarsızlaştırmaya çalış, Türkiye'deki bir kısım akademisyen ve bir kısım sanatçıyı azmettir; yarattığın kaosun etkisinde kalıp memlekette iktidar boşluğu olduğu zehabına kapılsın ve devleti, uluslararası alanda yıpratabilmek, Adalet Divanında yargılatabilmek için "yalancı tanıklık" yapıp bildiriler yayınlasınlar.
Bütün bunların bedelleri olmalıdır. Türk Devleti, tarih ve coğrafya önünde ayakta duracaksa Hükümetin başka âli menfaatleri için bu bedelleri görmezden gelmesi düşünülemez.
Özür ve tazminat, Rusya'yı yönetenlerin kendi kamuoylarına açıklayabilecekleri pratikler olmadığından Putin Döneminde bir Türk Rus Barışından bahsetmek hayalcilikten öte gidemez.
Bu öngörüye rağmen Devleti yönetenlerin kısa vadeli hedefi, Rusya'nın Işid ve uçağın düşürülmesi kaynaklı saldırgan iddialarından vazgeçtiği açıklamasını kayda geçirmek olmalıdır.
Ayrıca Siyasilerimiz, Rusya'dan bundan sonra da gelebilecek açıklamaları cevaplamak konusunda isteksiz ve temkinli davranmalıdır.

15 Mart 2016 Salı

Terör eylemleri ve mağdura yardımcı olmak

13 Mart günü Ankara'da çok sayıda insanımızı kaybettiğimiz bir terör eylemi oldu. Günün akışı içinde evlerine gitmek üzere otobüs durağında beklemekte olan kardeşlerimiz, patlayıcı yüklü bir araçtaki intihar bombacısının kurbanı oldular. Tümüne Allah'tan rahmet diliyorum.

Müteakiben 29 Mart'ta İstanbul-İstiklal Caddesinde üçü Yahudi, biri İranlı dört misafirimizin; teröristlere nazire yaparcasına barış içinde serbestçe sokaklarımızda dolaştıkları bir anda yine bir canlı bombanın saldırısı sonucu kaybını öğrendik. Allah, rahmetiyle muamele etsin, yakınlarına sabır versin.

Eylemden sonra bana "hırsızın hiç mi kabahati yok" dedirten bir dizi zevat, çeşitli gerekçeleri bahane göstererek devleti-hükümeti suçlayıp halkı belirsizliğe ve kaosa çağıran tezyif ifadeleri kullandılar. Bunlar içerisinde psikiyatrist, psikolog, kişisel gelişim uzmanı ve bunların danışanları gibi hadiseye aklıselim, serinkanlılık ve sükûnetle yaklaşmasını beklediğim insanlar da vardı. Bu insanların, beklentimin aksine bir söylem performansı içine girmesi üzerine kendi kanaatlerimi kayda geçirme ve sizlerle paylaşma hususunda istek duydum.

Öncelikli soru, bu gibi infial uyandırıcı teröristik olaylarda kişisel olarak ne yapmalıyız? Olaya birinci dereceden maruz kalanlar açısından seçenek sayısı oldukça sınırlı: Bu kişi, olayın akışında fiziksel yaralanma yaşarsa profesyonel sağlık yardımı almak suretiyle tedavisini olacak, psikolojik destek için de ilgili sağlık kuruluşu tarafından bir uzmana yönlendirilecektir.

Bu tarz bir olaya medya üzerinden muhatap olan insanımıza, psikolojisini koruması için ne öneri vermemiz gerekli konusuna geçelim: Mağdurlarla empati ilişkisi geliştiren duyarlı insanlar, olay bizzat kendi başlarına gelmişçesine kendilerini duyarlı hissedeceklerdir. Nitekim kurşunun adres sormaması gibi gerçekte mağdurla seyirciyi ayırt eden tek kriter, olay yerinde bulunup bulunmama halidir. Bu kriter, katillerin/faillerin çok seçici davrandıkları olaylar, istisna olmak üzere; kurbanlar arasındaki tüm sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırır, herkesi eşitler. Empatiyi gerçek kılan temel kaynak da budur. 

"Her an ve her yerde", birey açısından kesinlikle öngörülemez bir biçimde ortaya çıkabilecek olan bu tür eylemler, kişinin kendisini yalnız ve korumasız hissetmesine neden olur. Seyircinin, beklenti geliştirmesi ya da bu duygusal atmosferi çokça teneffüs etmesi halinde psikolojik zemininin anksiyeteye kaymasına neden olur. Bu çerçevede yaşananın; artık bir çeşit psikolojik yaralanma, hastalanma, örselenme olduğu açıktır.

Genellikle olay yerinde yaşanan travmalara maruz kalan zihin, hipnotik bir donma hali geliştirerek kendini korumaya alır, "dışarıdan" gelen uyarıcılara tepki vermez. Daha önce Kartal Metrosunda yaşadığımız bomba şakasının Duyuru Gazetesine yansıyan notlarından da hatırlanacağı gibi şoktaki ya da içine dönmüş, hipnoz etkisindeki insan ancak güvende olduğuna kanaat getirdiğinde normalleşmeye başlayabilir. Çoğu zaman içe kapanmanın yarattığı bariyerler nedeniyle "güvende olunduğu bilgisi"nin alıcıya ulaşması sırasında gecikmeler yaşanmaktadır. Mağdurun mevcut trans halindeki dengesine müdehale edip enerjisini yoğunlaştırdığı odağı değiştirerek hipnozdan çıkmasını sağlayacak önemli bir unsur, madurun bedensel bir sarsıntı yaşamasıdır. Çok sert olmayan bir tokat ya da omuzlardan sarsma gibi şoktan çıkarıcı bir hamleyi müteakip "güvende olunduğunun, kimsenin kendisine bir zarar veremeyeceğinin" ifade edilmesi yararlı olur.

Teröristik eylemler, prensip olarak eylemi hazırlayanların etki alanındadır. Elbette devletin istihbarat elemanlarının bu bilgileri zamanında edinerek "önleyici" tedbirler alınmasını sağlamak, görevlerinin ana ve devredilemez kısmını oluşturuyorsa da %100 oranında bir korumanın mümkün olamayacağını pratikten biliyoruz. Dolayısı ile terör örgütü tasfiye edilmeden ileriki bir tarihte -maalesef- yeni bir saldırının daha olabileceğini söylemek mümkün bir hususu öngörmek olur. Terör sonrası -şokun etkisi ile- travmatize olan mağdurların, güvende oldukların bilgisiyle hipnozdan çıkacaklarını ifade etmiştik. Mağdurun travmayı nispeten kolayca atlatabilmesi, olaydaki sorumluluğu ile doğru orantılıdır. Travmanın başına gelmesinde kişisel hiçbir gerekçe bulunmadığından mağdurun kendini suçlamasının yersiz olacağından esas travma süreci kapanacak, patlamanın ya da olayın nasıl ve neden olduğu mağdur zihninde tümüyle çözülmesiyle iyileşme süreci tamamlanacaktır.

Cep telefonlarına gelen güya "dost" mesajları, bir süre evden çıkmamayı, toplu olarak bir yerlerde beraber bulunmamayı önerirken öncelikle güven duygumuzu yok etmeyi hedef almaktadır. Öte yandan aynı mesaja ilişkin dolaylı anlatımla terörün ve teröristin, tanrısal(!) bir varlık gibi "her yerde" ve "her zaman" bulunabileceği iması işlenerek psikolojik savaş uygulaması yapılmaktadır. Bu tarz mesajlara itibar edilmemesi terörün amacına ulaşmaması için elzemdir.

Bu sıralar, bazı aklı evveller tarafından çokça önerildiği gibi "Kapıyı, pencereyi açıp, avazı çıktığı kadar, terörü lanetlemek", bireyin yalnızlığını pekiştirecek ve "bilinmeyen/tanınmayan saldırgana" ilişkin seyircinin korku ve endişe algısını besleyecek, büyültecek/yüceltecektir.

Seyirci, çağrısına karşılık vermeyen herkesi, öteki/düşmanı/dostu olmayan konumuna indirger. Çağrıya yanıt verenlerle başka her tür kriterden bağımsız, "teröre karşıt olmak" ortak paydasında suni bir grup kimliği oluşturur. 'Olumsuz' ortak paydadan oluşturulan bu kimlik, zayıf bir sosyolojik aidiyet olduğundan zaman ve zemin dirençlerine karşı dayanıklı değildir ve grup liderlerinin istediklerini aldıklarında kullanışlı olma özelliğini yitirecektir. 

 Asıl olan birlik beraberlik gibi olumlu kavramları paydaş edinmek ve sevgi temelinde kimseyi ötekileştirmeden el ele tutuşabilmektir. Gerçek bir sosyolojik kimlik böyle oluşur, millet dediğimiz büyük ailenin temelinde de bu iki unsur yer alır: Değerler ve sevgi.

14 Mart 2016 Pazartesi

Doktorların emekli maaş artışı

Başbakan, 12 Mart'ta doktorlardan oluşan bir gruba hitap etti. Burada başka toplum kesimlerinin gelirleri aynı kalırken; sağlık sektörü emekçilerinin emekli maaşlarında %50 ye varan bir artışı müjdeledi.

Demokratik bir toplumda ulufenin bir sosyal politika ödemesi aracı gibi kullanımı mümkün değilse bu yapılan nedir?

Sağlıkçılar, çalışma hayatları boyunca hem maaş hem de döner sermaye geliri elde ediyorlar. Bunlardan maaş ödemesinin brüt kısmında daha sonra emekli maaşının miktarını belirleyecek olan SGK kesintisi yer alıyor. Ancak döner sermaye gelirinden SGK kesintisi yapılmıyor. Şimdi zaten çalışma hayatı boyunca döner sermaye katkısı ile gelirini maksimize etmiş bir meslek erbabı var, ortada. Prim ödemesi kadar emekli maaşı alacak. Her şey adil yani.

Emekli doktorun kazancı, başka emekli kesimlerinin kaybı değil şüphesiz. Ancak eşitlik ilkesine düpedüz aykırı, siyaseten geniş kitleleri ötekileştiren bir gelişme olacak bu.

Türkiye, görece en düşük gelir gruplarına yapılabilecek ilave -bütçe dışı- sosyal politika ödemeleri dışında, iç borçlarını GSMH'nın %1'inin altına çekmeden geliri yeniden dağıtacak kararlar almamalıdır. (İç borç ödemesinde kullanılmayan kaynakların -alternatif-faiz maliyeti vardır.)

11 Mart 2016 Cuma

Faiz Üzerine

Bir borç ilişkisinin geri ödemesinde verilen fazlalığa faiz denir. Örneğin, 100 TL'lik bir borç, 106 TL miktarınca geri ödeniyorsa fazlalık olan 6 TL, faizdir.
Allah, Kur'an'ı Kerim'de faizi haram kılmıştır. Bunun anlamı, müminlerin faizi ekonomik bir enstrüman olarak kullanmaktan men edilmeleridir.
Kimi alim ve ekonomist, faizin kumar ve gıybet gibi toplumsal bir hastalık olduğu kanaatini taşıdıklarını ifade etmişler, faiz yasağını toplum lehine savunmuşlardır. Bu fikri taşıyanların kendilerini ifade ederken ikna edici bir söylem geliştirdiklerine rast gelmedim. Şahsen ekonomik bir araç olarak faizin toplum aleyhine işleyen bir mekanizma olduğu kanaatinde olmamakla birlikte Allah'ın haram kıldığı bir ekonomik ilişkiyi meşrulaştıracak her türlü söylemden de kaçındığımı ifade etmeliyim.
Faizin, işletmeler açısından maliyet oluşturup fiyatların içine girerek enflasyona neden olduğu iddiası da ekonomi bilimi ile ilgili olmaktan uzaktır. (Faiz, maliyet değil, gider oluşturur. Bu ikisi aynı anlama gelmez. Enflasyonu neden arttırmadığı konusuna ise hiç girmiyorum.)
Faizlerin yüksekliği nedeniyle yatırım finansmanının mümkün olamadığı söylemleri de temel finansman bilgilerinin eksikliği olarak görülmelidir.
Allah, domuzu da sığırı da -diğer hayvanlar gibi birer ayet olarak yaratmış olmasına rağmen domuzu bütün türevleriyle birlikte inananlarına haram; buna karşılık sığırı helal kılmıştır. Tersi olsaydı, inananlar açısından domuz helal, sığır haram olacaktı. Allah'ın bu emirleriyle neyi murat ettiğine dair elbette meraklı insan zihni, tefekkür edecek, bilimsel araştırmalarla birtakım yorumlar getirecektir. Ancak bütün bu gayretin bir anlama çabası olduğu da gözden uzak tutmayalım.
İşin Müslümanca esası, emir sarih ise Allah'ın emrine tabi olmaktır. Sarih ya da değil emirlerin nasılı, fıkhın konusudur.
Faiz konusundaki tutumumuzun da domuz-sığır örneklerindeki gibi emre tabi olmakla çözüleceği kanaatindeyim. Faizlerin sıfırlanması, sıfıra yaklaşması, hayatın ekonomik kısmının İslamileştirilmesi anlamına gelmez.

8 Mart 2016 Salı

Önemli bir sistem bilgisi

Bir sisteme hangi aşamasında müdehale edilirse ona göre sonuç alınır.
Bu kural, doğumdan savaşa tüm sistemler için geçerlidir.

Katılım Bankalarının Büyüme Sorunu (!)

Hem Klasik hem de Katılım Bankalarını denetleyen bir Kurumun Başkanı olarak Akben Bey'in, hele de Müsiad Heyeti gibi konu ile alakasız bir grubu kabulde; "Günümüzde özel katılım bankacılığı gelişmesine rağmen diğer finans kuruluşlarına, klasik bankalara oranla payı yüzde 5.4’ü geçememektedir. Bu oranın hızla yukarı çıkarak farkın kapanması şarttır." demesinin, pozisyonu bakımından şık ve doğru olmadığı kanaatindeyim. Konuşma içeriği itibariyle bu şartın nerden kaynaklandığı, ...hangi ihtiyaca karşılık geldiği de vurgulanmamıştır. 
 
Evet, böyle 'jenerik bir retorik', neredeyse 30 yıldır, akademisyen ve sektör hakkında söz söyleme ehliyetine haiz zevat tarafından tekrar edilir, durulur. Hatta sektöre yeni katılan tecrubeli Bankacıların, eski bankacılık alışkanlıkları henüz bağırsaklarını terk etmediğinden olacak, kıdemli Katılım Bankacılarını şifaen "düşük performanslarından(!)" ötürü eleştirdikleri de bir çok insanın malumudur.

Sayın Başkan'la aramızda kardeşlik hukuku dışında, dikey bir hiyerarşi olmadığına göre ben de özgür kanaatimi belirteyim: Ölçek büyümesi de diyebileceğimiz bu 'şart baskısı'nın, bir çeşit 'günaha çağrı' niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Bu çağrı, yalnızca havuzda mevduat toplamındaki büyüme ile sınırlı bir sonuç doğurmaz; sistemde plasman baskısı yaratarak büyüme anksiyetesi (kaygısı, endişesi) önce doğurur, sonra besler ve yetmiyormuş gibi hedef baskılarının yol açtığı "değer erezyonuna" sebep olur. Ayrıca yeni şube açılışlarını, eğitim, ulaşım, konaklama, harcırah vb brüt eğitim yatırımları ile yeni personel istihdamını gündeme getirerek işletmelerin sabit maliyetleri artırır. Bu maliyet artışları, tersinmez karakterli olduğundan ölçek büyümesi kararının ancak geri dönüşsüz ve sürdürülebilir olması halinde Yönetim Kurullarınca onaylanması mümkündür.

Kısa vadede Katılım Bankacılığı Sistemine yeni aktörler girmeyecekse ölçek büyütmek anlamlı olabilir. Oysa Ziraat ve Vakıf Katılımın sisteme girişini müteakip Halkbank'ın da hazırlık yapacağı beklentisi, mevcut Kurumların kısa vadede ölçek büyümesini riskli hale getirmektedir. Her ne kadar iddiamın tamamı için bilerek yeterli delil getirmesem de; büyüme fantezisinin rasyonal olmaktan çok romantik bir damardan beslendiği ifade etmemin yerinde bir saptama olacağı kanaatindeyim..

Trafik Tecrubesi -2

"Gerçekten Teksas'ta araba kullanmak çok riskli", demiştim ilkin. Teksas dediğim, Ümraniye İmes-Kadosan, Ferhatpaşa Bölgesi. Çoğunluğu erkek sürücüler, yol vermeyi bir acziyet gördüklerinden midir, nedir; hayatı hep bir kavga üzerinden yaşamak derdine düşmüşler, takip mesafesi, sinyal verme gibi en sıradan trafik kültürü kaidelerini bile ihlal eder olmuşlar. Aradan 8-10 ay geçtikten sonra artık böyle hissetmediğimi, olayı öyle görmediğimi fark ettim. Kanaatimce makul bir ortamda seyrediyordu, artık trafik. Koca bir toplumun her birlikte değişebileceği ihtimalinin, tek başıma benim değişme ihtimalinden düşük olması nedeniyle yukarıda belirttiğim ihlalleri yapmamama rağmen nasıl da değiştiğim hususunda derin düşüncelere daldım, hala oradayım.

Trafik Tecrubesi -1

Akan bir trafiğin; rutin yanan kırmızı ışığında duran, ilk aracın sürücüsü olmak riskini artık taşımak istemediğimi fark ettim. Bu değişim kendiliğinden olmadı. Bunu tecrübe ederek öğrendim: Bir öğlen vakti, Pendik Dört Yol mevkiinde kırmızıya dönen ışığın verdiği mesaja uyum sağlamak üzere fren yapıp durduğumda arkamda araç yoktu; daha doğrusu dikiz aynasının kadrajı boştu. Meğer öyle değilmiş, hareket halinde bir araç varmış. Çarptıktan sonraki kısa duruşmamızda "abi, sen nasıl durabildin, orada" diye sormuştu, samimi olarak "görünmeyen aracın sürücüsü"... Artık, ne önemi varsa?


6 Mart 2016 Pazar

Önemli bir sistem bilgisi

Hakkında genel olarak bilgi sahibi olmadığın konuya ait bir detay hakkında fikir de beyan etme.

Yoksa körlerin fili, dokunduğu yer üzerinden tarif etmesi gibi dokunduğun yerle ilgili yerinde ancak geneli hakkında işin aslı astarıyla ilgili olmayan iddialarda bulunabilirsin.

Ancak hayata ve genel olarak dünyaya ait kapsayıcı bir fikrin olması halinde değerlendirmelerinde kendinle uyumlu bir kanaat oluşturursun.

Dokunulmazlıkların Kaldırılması

Kadı Burhanettin'in "yare ulaşma işi, az az olur" mısraını, "sonuca ulaşma işi yavaş yavaş olur" biçiminde anlamak mümkündür. Sonuç odaklılık, süreçlerin bağlamında (zamanında ve zemininde) hakkı ile -gerektiği gibi- tüketilmesine izin vermediği için bir çözüm üretse de bunun toplamda huzur ve sükun zemini oluşturması mümkün değildir.
Sonuç, şaşırtıcı!
Çok sayıda HDP'li vekilin dokunulmazlıklarının aynı anda kaldırılması, HDP'ye kurumsal bir infaz yapıldığı algısını pekiştirecek, kendi içlerinde dayanışmaya yol açacak, ileride bugünlerin hikayesini yazmalarına vesile olacaktır.
Dokunulmazlıkların toptancı bir anlayışla değil, örneğin on günde en fazla bir vekili kapsayacak şekilde "tekil ve özenli bir çalışma" ile kaldırılması, ayrıca yargılamanın maduriyet yaratmayacak bir biçimde tutuksuz ve olabildiğince hızlı yapılabilmesinin tedbirleri alınmalıdır.

5 Mart 2016 Cumartesi

Kartal Metrosunda Şaka ve Şaka Psikolojisi

4 Mart Cuma günü, saat 16:40 civarında Pendik'in tanınmış bürokratlarından Sami Şimşek ile birlikte Metro'da Kartal istikametinde seyahat ederken toplumsal bir kargaşanın tanığı olduk. Sonradan ülke medyasında haber de yapılan bu olayla ilgili şahit olduklarımı paylaşmak istiyorum:
 
"Metronun Ünalan'dan hareket etmesiyle birlikte bize göre gidiş yönünden 'metroyu durdurun' diyen bir kadın sesi duydum. Ortada bulunan "ayaktaki yolcuların" dağılımından sesin geldiği yerde neler olduğu görülmüyordu. Hemen ardından gelen bir başka yolcu sesi de 'yangın frenini çekin' mealinde bir şeyler söyleyince yakınındaki yolcular 'bir tehlike anında çalıştırılması gereken kırmızı alarm düğmesine' hararetle bastılar ancak metronun hızında en ufak bir yavaşlama olmadı. Etraftan neler olduğuna dair çeşitli yolcu yorumları da gelmeye başlamıştı: bir yolcunun kapıya sıkıştığı, birinin kolunu kaptırdığı, ezilme olduğu...
 
Kısa bir süre içinde olayın gerçekleştiği bölgeden bizim tarafa bir yolcu akını oldu. Bunlar, olayın tesiri ile panik içinde hareket ediyorlardı. Bu insanlardan 20 yaşlarında bir genç kızı, düşmek üzere iken yakaladım. Öteki yanımda oturan yolcu, heyecanın etkisiyle yerinden kalkmış olduğundan; kızı buraya oturttum. Bir yandan ağlıyor bir yandan bağırıyor, etraftan gelen 'ne oldu?' sorularına gecikmeli "bilmiyorum" cevabını veriyor, belli ki şok yaşıyordu. Dengeli oturmadığından düşer kaygısıyla, kızın montunun yakalarından tutmaya devam ediyordum. İçinde bulunduğu durumdan çıkıp normalleşmesi için gözlerini kapatmasını ve derin nefes almasını istedim, iki kez. Yapmadı, duymadığını, şokun tesiriyle iletişim kuramadığımı düşündüm. (Olaydan uzak bir durumda yeniden değerlendirdiğimde şoktaki bir insanın ancak güven ihtiyacını sağladığında normalleşeceğini, dolayısı ile güvende olduğunu telkin ederek hipnotik süreçten çıkacağını öngörmeliydim.)
 
Metro yavaşlamaya başladı, Göztepe durağına gelmiştik. Kapılar açılınca yolcular, büyük oranda kendilerini dışarıya attılar. Vagondan son çıkanlardan biri olarak olay mahalline baktım. Ileride yerde içi boş olduğu izlenimi veren iki poşet bulunmaktaydı. Ben de dışarı çıktım. Artık nereden duymuşsa iki genç liselinin 'şaka amaçlı' bu olayı tertip ettiklerini ancak güvenlik tarafından yakalandıklarını söylüyordu, genç bir yolcu.
 
Metro görevlilerinin yaptıkları fiziksel tarama sona erince yola devam edebileceğimiz anonsu yapıldı. Önemli sayıda yolcu, durakta indikten sonra metroyu terk etmiş olmalı ki, makul bir boş koltuk kapasitesi ile yola devam ettik. "Hele de bugünlerde" bu türden şaka yapmanın sorumsuzluğuna ilişkin çeşitli yolcu yorumlarına kulak misafiri olduk."
 
Olay, 4 ve 5 Mart (Cumartesi) akşamları bir çok televizyon Kanalı'nın haber saatlerinde işlendi. Görgü şahidi olduğunu ifade eden beyaz montlu genç bir kız, sakallı, kapşonlu ve uzun boylu, muhtemelen (kızın kendi nitelemesi olarak:) 'Suriyeli bir kardeşimiz' in Ünalan'da "Allahüekber" diyerek poşetleri kapıdan içeri attığını, olayın böyle yapıldığını gördüğünü ifade ederek yakalanan liselilerin olayla ilgili olamayacağını iddia etti.
 
Bu kardeşimizin konuşma stilinin eskilerin cerbezeli dediği, söylemi abartıp köpürten cinsten olduğunu müşehade etim. Hani, en sıradan konuları bile ballı börekli anlatıp muhatabını büyüleyen ve istediği yöne sevkeden konuşmacılar vardır ya, pazarlamacı ağzı denir, işte o cinsten.
Zihnin duyumladığı olaylardaki eksiklikleri kendince tamamlayıp bütün olarak algılaması ile bir sisteme hangi aşamasında müdehale edilirse ona göre sonuç alınacağını söyleyen sistem kuralı, birlikte ele alındığında görgü şahidinin gözlem'e anlamca farkında olarak intikal ettiği an'a bağlı olarak kanaat oluşturduğunu ifade edebiliriz. Geri kalanı, zihnin hoşluklarıdır.
 
Düşmekten kurtardığım şoktaki yolcu örneğinde de insan hayatının bizatihi kendi zihninde yaşadıklarından ibaret olduğunu görmek mümkün. Ne olup bittiğine dair bir fikri dahi olmadığı halde etrafta "olan biten" zihin tarafından geçmiş tecrube ve duyumlar sarmalınca korku-tehdit olarak algılanmış ve dışarıyla iletişim, geçici olarak minimize edilerek derin bir odaklanma (şok, hipnoz) sağlanmış böylelikle hayatta kalma-koruma moduna geçilmiştir.
 
Gençlerin, güvenlik kameraları ile tespit edilen "şaka"sı, hadisenin kurgu olduğunu bilmeyen kitleyi doğal olarak tedirgin etmiştir. Bir yerden bir yere gitme amacının bir araya getirdiği insanları, ürküterek test etmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi buradan evrensel mizaha malzeme olacak şakacı bir faaliyet de çıkmaz. Panik halindeki kitlenin harekete geçerek koşuşturmasının yol açabileceği muhtemel sonuçlar öngörülmemiş, bu yönde çaba sarf edilmemiştir. Öte yandan bu küçük hadise, toplumsal olaylarda etkiye maruz kalan insanlara yapılacak müdehale konusunda halkın bilgilendirilmesinin önemini de ortaya çıkarmış bulunmaktadır.
 
Olayın şakayı yapanlar, buna maruz kalanlar ve olayı daha sonra seyredecek üçüncü taraf gözlemciler için farklı anlam ve tepkilere yol açması olağandır.
 
Şakacılar, kendi kurguları olan şakayı, gerçekliğin geçici bir formu olarak görmelerine karşın gerçekmiş gibi lanse ederek gelişecek tepkilerin aslında ne kadar lüzumsuz olduğunu ortaya koymuş  ve böylelikle mizahı üreten çelişkiyi yakalamış olurlar. Bu garip bir "kontrol bende" küstahlığıdır.
 
Maruz kalanlar, şakacıların kurgu bilgisinden mahrum bulundukları için şakanın boyutuna da bağlı olarak kendi ekosistemlerinde geçmiş tecrube ve duyumların etkisiyle çeşitli tepkiler verirler. Bu tür davranışlar, yapan açısından kendini korumaya dönük olup çelişki taşımadığından komik değildir.
 
Hadiseyi seyreden üçüncü taraf gözlemci için de belirleyici olan olayın kurgu olup olmadığı bilgisidir. Seyir esnasında bu bilgiden yoksun bulunan gözlemci, mağdurla empati ilişkisi geliştirebileceği gibi kişisel psikolojik eğilimlerine bağlı olarak bir doyum ilişkisi de geliştirebilir.

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...