17 Ekim 2017 Salı

Ahmet Ağaoğlu'nun gözüyle mütarake İstanbul'u

Ahmet Ağaoğlu, Paris Konferansına gitmek üzere bir heyetle birlikte 8 Aralık 1918'de Bakü'den ayrılır, önce karmakarışık durumda bulduğu Batum'a gelir. "Sokaklar hep İngiliz ve Türk zabitleri ve askerleriyle dolu; her yerde pek acı olan teslim ve tesellüm muamelesi yapılıyor. İngilizler silahla beraber askerlerimizin elinde ne varsa almaya çalışıyorlar. Yerli halk bundan çok müteessirdir, çok ağlayanlar gördüm..."
Batum'dan gemiyle İstanbul'a gelen grubu, İngiliz askerleri zorla İngiliz Konsolosluğuna götürürlerse de gece saatin onbir olması bakımdan işlem yapmayıp ertesi gün geri gelmeleri koşulu ile salıverirler. Ağaoğlu'nun ailesi Şehzadebaşı'nda ikamet etmektedir. Bir araba tutar, evine giderken gördüklerini anlatır:
"İstanbul'un göğü kara bulutlar ile kapalı. Şiddetli ve fırtınalı bir yağmur şehri yıkamış, ıslatmış artık yağmur dinmişti.
Buna rağmen Beyoğlu tarafı, şen şatırdı. Bütün evler, mağazalar, oteller ve lokantalar sanki büyük bir bayram imiş gibi donatılmıştı. İngiliz, Fransız ve Yunan bayrakları, evlerin pencerelerinden mağazaların kapılarından sarkıyor; sokaklar baştan başa halkla dolu. Gezenler arasında hali elbiseleri ile kibirli ve gururlu yürüyüşleriyle herkesin dikkatini çeken İngiliz zabitleri kızgın kızgın konuşuyorlar, küfürler savuran Fransız askerleri, sarhoş Yunan bahriyeleri, ötekine berikine çatıyorlar, ara sıra bir Fransız müfrezesi, mızıka ile sokaktan geçiyor, halk alkışlıyor, "Yaşasın Fransa, Yaşasın İngiltere, yaşasın Yunanistan" bağırtıları kopuyor. Bazen bir kafile genç Rumlar, vatansever şarkılar okuyarak halkın içinden geçiyor ve bütün evlerin pencerelerinden dükkan ve mağazalardan "zito, zito" nidaları yükseliyordu.
Sokaklarda fesli hemen yok gibidir. Ara sıra yolunu şaşırmış bir fesli görünürse de hemen saklanmaya, karanlık yan sokaklardan birisine savuşmaya çalışıyor. Vaktinde bunu yapamayanın fesi alınıyor ve bindir gülmeler, kahkahalar ve hakaretler arasında parçalanarak havaya savruluyor.
Şehrin Beyoğlu kısmı eğlencelere dalmışken Haliç'in öteki tarafı başka bir manzara gösteriyordu. Eminönü'nden Topkapı'ya ve Eyüp'e kadar bütün o geniş saha sanki bir mezar kesilmişti. Sokaklar derin bir karanlık içine çökmüş kimseye rast gelinmiyordu. Kapanmış kafeslerden gelen sönük ışıklar, mezarlar üzerinde yanan kandilleri andırıyordu. İnsan sesi işitilmiyordu. Ara sıra terk edilmiş bir kedinin acı miyavlamaları, sahipsiz köpeklerin ümitsiz havlamaları, insana anlatılması güç bir vahşet hissi veriyordu. İstanbul sanki yerin dibine girmiş Yenikapı'dan Eyüp'e kadar sıralanan o muhteşem abideler, eski harabeler arasında yıkılmış mabetlerin enkazlarını andırıyordu. Bu ıslak hava, bu boş ve karanlık sokaklar, mabetleri bürümüş bu elem, ardı arkası gelmeyecek bir felaket ve matem hissi ile insanı içinden ürpertiyordu, fakat bu yalnız bir matem de değildi: Evlerine tıkanmış, hariçle alakayı kesmiş Türkler, dünyadan da saklanıyorlar, insanlardan da çekiniyorlardı! Evet! Haricin beriki tarafı hem utanıyor, hem içinden kendisini yiyor! Ve bu hal onun sokaklarının taşlarında, evlerinin kafeslerinde, camilerinin şerefelerinde apaçık gözükmekte idi! Her şey başını aşağıya dikmiş, çekiniyor ve içinden ağlıyor! Ben de aylardan beri ayrıldığım aileme utanarak, ağlayarak kavuştum."
Ahmet Ağaoğlu, Mütareke ve Sürgün Hatıraları, sh.48-49

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...