29 Mart 2014 Cumartesi

Sami Selçuk

Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, Zaman Gazetesinde bir süredir Başbakana açık mektuplar yazıyor.  Yıllardır hem konuşurken hem de yazarken kullandığı “bürokratik kibri”, bu mektuplara da yansımış durumda. Başbakanı -tabiri caizse- dizine oturtmuş(!), kendince yanağından makas alıyor, hukuk ve hayat dersi veriyor. Bilim(!) yaptığını iddia ediyor…  Tevazusunda bile kibir var.

Sami Selçuk, hukukçudur, eyvallah. Birikiminden de kuşkum yok. Ancak asla hakaret kastı taşımadan yalnızca durum tespiti yapmak amacıyla yazıyorumki; Sami Selçuk, teknisyen bakış açısına sahip, miyop bir entelektüeldir. Dolayısı ile bu gazete yazılarının üslubuna da içkin olan; dünyanın etrafında iki tur atmış, tüm gizemleri çözmüş bilge adam imajı, açık bir şekilde berhava olmuştur. Başbakana, Başbakanın muarızı olduğu yayın organından seslenmekle, dilde gösterdiği nezaketi, eylemle desteklemediğini ortaya koymaktadır. Israrla büyük resme bakmamakta ve Başbakana, hakkındaki suçlamaları düşürmek için yargıya hesap vermesini/teslim olmasını önermektedir.  Milletvekilliği süresi boyunca zaman aşımı işlemez kuralını  da teklifini rasyonalize etmek için öne sürmektedir(Tehdit). Keşke vizyonu biraz daha geniş olsaydı da olan biteni yalnızca hukuk tekniği içinde değil hayatın içinden de görebilseydi.


Son olarak Sami Selçuk’a, bireysel uslubuna/tutumuna binaen Paul Watzlawick’ten alıntı yaparak diyorumki, “Majesteleri, mükemmellik peşinde olmak, insan ruhuna musallat olabilecek en tehlikeli hastalıklardan biridir.” Tüm hastalara şifa dileklerimle.

28 Mart 2014 Cuma

Halil Cibran'ın Temel Koçluk Sorusu

Halil Cibran'ın arkadaşı, Yusuf El-Huveyyik anlatıyor:

Louvre Müzesinden çıkıp Seine kıyısında yürümeye başladık. Eski kitaplara, sanatsal resimlere bakıyor, sohbet ediyorduk. Kederli akşam, sihirli sıcak renklerini sarmaktaydı Paris’in üstüne. Cibran akşamın bir parçasıymış gibi endişeli ve üzgündü. Bir ara bana dönüp şöyle dedi:

-Benjamin Franklin yirmi beş yaşında hikmet ve marifetin zirvesine ulaşmayı koydu kafasına ve istediğine ulaştı… Oysa biz yirmi yedi yaşındayız. Büyük emellerimiz var, ama hangisini gerçekleştirebildik? Allah aşkına söyle Yusuf, sence bende düzeltebileceğim bir eksiklik var mı?
Aynı masumlukla cevap verdim:
-Ben de aynı soruyu sana soruyorum, Cibran.
Bu sıralar ruhi durumumuz tamamen böyleydi işte. Bütün bunlar sanki daha dünmüş gibi çok iyi hatırlıyorum.


(Yusuf El-Huveyyik, Halil Cibran’la Anılarım, sh.36)

Şimdi kendinize dönüp sorun : Kendinizde düzeltmek istediğiniz bir eksiklik var mı? Sonra samimi bir arkadaşınıza, Cibran'ın sorusunu yöneltin: Sence bende düzeltebileceğim bir eksiklik var mı? Cevap almadan sormayı bırakmayın. İnsan kendini öteki/bir başkası üzerinden tanımlar. Başkasının size dair görüşü kendi olma yolunda değerli bilgiler içerir. Düzeltelim eksikliklerimizi, düzeltelim kendimizi...


Benim bakış açımdan Ali Ünal

Salih Gürdal ismini, Beyan Yayınlarına ait eskilerin risale dedikleri, iki küçük kitapçık üzerinde gördüm ilkin. 1985 ya da 86 olmalı. Birinin adı, “Tevhit ve Şirk”, diğerinin adı da “Din Nedir”di. Her ikisi de fiziksel boyutları ile ters orantılı olarak hem yazım üslubu hem de içerik bakımından etkileyici eserlerdi. Defalarca okuduğumu, eşe dosta önerdiğimi hatırlıyorum. Şimdi bile bu satırları yazarken, o gençlik yıllarındaki hissiyatım geri geliyor, yazarına teşekkür ediyorum.  Yine o günlerde  olmalı; Ali Ünal, Pınar Yayınlarından, Mekke Rasullerin Yolu’nu çıkardı. Basit bir kapak tasarımının ardında inanılmaz güzellikte, akıcı bir Türkçe ile yazılmış Siyer’in Mekke dönemi anlatısı... Dönem ayetleriyle bezeli bir çalışma. Uzun bir şiir gibi. Sözün büyü olmasını, bu kitapta tecrube ettim demeliyim... Ardından dönemin ruhuna uygun bir gelişme oldu: Mekke Resullerin Yolu çalışması, radyo tiyatrosu formatında kaset olarak yayımlandı. Hatırladığım kadarıyla, rahmetli Agah Hun ve yine rahmetli Sadettin Erbil’in de içinde bulunduğu profesyonel bir kadro tarafından seslendirilen metin, Kitaro’nun müzikleriyle zenginleşmiş ve ortaya çok iyi bir ürün çıkmıştı. Sadettin Erbil’in, “Tat bakalım azabı!” ayetini seslendirmesindeki tını hala kulaklarımda. Allah rahmet etsin. Emeği geçenlere de teşekkür ederim.

Sonra bir başka gün, bir arkadaşım, Salih Gürdal’ın Ali Ünal olduğunu söyledi. Ne kadar sevinmiştim. Ali Ünal, gelecek vaad eden güzel bir insandı. Ama bir terslikle birlikte geldi bu bilgi. Yanlış hatırlamıyorsam, Tevhit ve Şirk’te, Allah’ın adı anıldığında titreyen, dağlardan yuvarlanan taşların varlığını yazan Ali Ünal, sonradan bu görüşünü sakıncalı bulmuş ve kitabın yeniden basımını istememiş. Doğru mu yanlış mı bilmiyorum, Hatırladığım bu. İzleyen dönemde Ali Ünal’ın İngiliz Dili ve Edebiyatı ya da Öğretmenliği gibi bir üniversite bölümünden mezun olduğunu duydum. Algıda seçicilikti benimki. Ali Ünal bilgileri geldikçe topluyordum.

Sonra Ubeyd Küçüker ismiyle Nebevi Tebliğ isminde bir başka çalışması yayınlandı, Ali Ünal’ın. Yine muhteşem bir dili vardı kitabın. Belki de bu yüzden Ubeyd Küçüker’in, Ali Ünal’ın müstear adı olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmamıştım. Tabii, neden müstear isimle yayınlıyor, neden buna gerek duyuyor, bilmiyor ama sormuyordum da.

Biz, yeni kitap çalışmalarını beklerken, Ali Ünal’ın Mekke Resullerin Yolu kitabının yeniden basımını da istemediği bilgisi geldi bu sefer. Gerekçeyi bilmemekle birlikte kitabın uzun bir süre basılmadığını sanıyorum. Ancak 2000’li yıllarda birkaç kez bu kitabı, tıpkı Küçük Prens’e yaptığım gibi, internet üzerinden satın aldım, eşe dosta özellikle okumalarını tavsiye ederek hediye ettim. Bu çok damar bir kitaptır, imanlı ve hisseden, canlı bir kalbin yazdığına şehadet ederim. Bir de Beyan yayınlarından çıkan “Kur’anda Temel Kavramlar” isimli çalışması vardı. Etkileyici ve akademik bir kitaptı bu. Kitapları arasında belki de en önemlisi olabilecekken bendeki etkisi nedense daha az olmuştur. Bu kusur, dönemle ilgili ilgimin değişmesinden ötürü bana aittir.

Doksanlı yıllara girmeden, 88 ya da 89 yılı olabilir, Ali Ünal’ın yazma işlerinden çekildiğini ve Fethullah Gülen’e intisap ettiğini öğrendim. O dönemde vaazlarında ilimden ziyade yoğun bir duygusallık ve bunun sonucu olarak ağlayarak hem kendisinin hem de dinleyenlerin rahatlamasını, gevşemesini sağlayacak bir enerji boşalması ile işbirlikçi hayırseverlerin başlattığı ölçüsüz bağışlardaki tiyatro havası, Hoca’ya karşı antipati duymama yol açtı. Hocadaki karamsar, depresiv tavrı anlamlandıramıyordum. Bana sağlıklı bir insan tavrı olarak gelmez bu. Sonradan kendisinin insülin kullanan bir şeker hastası olduğunu duyduğumda şaşırmadım. Düşünce-beden ilişkisi hakkında bir şeyler bilen biri olarak önce kaygı, endişe zemininde başlayan vaazların psikolojiyi iç enerjinin tükenmesiyle depresyona çektiğini bunun da bedende alerji, şeker gibi rahatsızlıklara uygun bir beden yapısı sağlayacağı ortadaydı.

Sonra uzun bir dönem gazetede yazdı ama gazetenin sürekli okuyucusu değildim. Etkilendiğim, bende hatırlamaya vesile olacak bir duygu geliştirmedi okuduğum yazıları.

Kendi penceremden Ali Ünal’ı anlattım sizlere.  Aslında kendimi de anlatmış oldum. Ali Ünal biyografisi yazmak değildi amacım, yanlışlarım olabilir, eksiklerime girmiyorum bile. Ali Ünal’ın, sahibi olduğu Gülen cemaati kimliği, kabul etmeliyim ki tüm sosyolojik aidiyetler gibi öyle bir çırpıda kaldırıp atılacak bir yapıda değil. Daha doğrusu, uzun süre üstünde taşıdığında deri'ne yapışır kimlik. Onca emek, insan bir çırpıda vaz geçemiyor elbet. Kimse bunu Müslümanlıkla izah etmeye kalkmasın, dinden, imandan değil, sosyolojiden, psikolojiden bahsediyorum. Kritersiz yola çıktığını ne zaman anlayacak insan? Yoldan çıktığını nasıl anlayacak? Daha ne olması gerek çığlık atmak için? Kimle konuşuyorum, bir çamaşır makinasıyla mı? Tevil et, yola devam et. Allah hepimizi hidayetine erdirsin. Amin.

http://hamdikeles.blogspot.com.tr/2014/04/ali-unal-yazsna-kucuk-bir-ek.html

13 Mart 2014 Perşembe

Nebukadnezar

Yapı Kredi Bankasının o tarihlerdeki Genel Müdürü olan Burhan Karaçam’ın, Dünya Gazetesinde bir mülakatı yayımlandı. Bu mülakatta yer alan bir tablo, bankaya kabul edilen 100 TL’lik bir mevduatın; bankaca ticari işlemlerde kullanılması sonucu, mudinin, bankanın ve devletin değişen vadelere paralel olarak ne kadarlık bir gelir elde ettiğine dair rakamsal sonuçlar sunmaktaydı. (Buna benzer vizyoner bir raporun bugün dahi herhangi bir kurumda hazırlandığını duymadım, umarım bu yazının sonuçlarından biri de bu tarz raporlara imkan vermek olur.) Öğlenden sonra Genel Müdür Yardımcım aradı, yanına gittim. Burhan Beyin mülakatındaki tabloyu hatırlatarak bizde durumun ne olduğuna ilişkin Genel Müdürün rapor beklediğini, acele bu işle ilgilenmemi istedi.

Bizim firma olarak fon kullandırma modelimiz basitçe şöyleydi: Mevduatın bir kısmı, munzam karşılık ve disponibilite olarak ayrılmasiyle kullanılabilir (plase edilebilir) mevduata ulaşıyorduk. Atıl fon miktarının sıfır olduğu varsayımı altında plasman, bir kar dahilinde riske dönüşüyor ve dönem sonunda karın %20’si Kuruma, %80’i de mudiye ödeniyor ancak mudinin eline kardan gelir vergisi ve KKDF kesintileri yapıldıktan sonra kalan kısım geçiyordu.

Biraz yorucu gibi görünen bu anlatımdan da anlaşılacağı gibi, atıl fon varsayımı ve kar marjı dışında modeli etkileyen tüm faktörler sabitti. Kar marjı, prensip olarak sabit olmakta birlikte uygulamada aynı vadeye farklı oranlarda kar marjı kullanılmak suretiyle ortalamada değişken bir tabiat sahibi oluyor.

Bu çerçevede model çalıştırıldığında, dağıtılması gereken kar miktarı ile fiiliyatta dağıtılan kar miktarı arasında –atıl fon ve ortalama kar marjından dolayı – bir fark oluşuyor. Bunu hesap edip, kendi oluşturduğum tabloya ekledim ve adına da “sapma miktarı” dedim.

Ticaret Müdürümüzün de yardımlarıyla tabloyu kısa sürede bitirdim ve Genel Müdür yardımcıma gittim. Beni dinledi, tabloya baktı ve Genel Müdürden randevu alıp dosyayı –benim- sunmamı istedi.

Sunum günü, Sevgili Genel Müdürüm, uzattığım dosyayı itina ile alıp önüne koydu. Yüzünde kaşiflere özgü çocuksu bir gülümseme ile önündeki rakamlara yoğunlaşıyordu. Çok geçmeden, "...sapma miktarı mı? Bu nedir?" diye sordu. Bu soruyu bekliyordum. Hatta çalıştığım yerden sorulmuştu diyebilirim.

Amerika’da ekonometri yüksek lisansı yapmış bir mülkiyeliydi benim Genel Müdürüm. Hemen önceden kurguladığım teknik dili devreye soktum: "Efendim biliyorsunuz bizim kar dağıtım modelimiz deterministik, ancak fiili kar gerçekleşmeleri; plasman verimi ve kar marjındaki uygulama farklılıklarından dolayı skolastik modeller olarak sonuç veriyor. Bu sapma miktarı, olanla olması gereken arasındaki farkı ifade ediyor" dedim. Genel Müdürüm, dosyayı kaldırdı, bana doğru uzattı. “Al bunu, ben öyle hata, sapma filan istemiyorum. Bana düzgün bir sonuç getir!”

Bu, aydınlandığım andır. Tanrım! Artık görebiliyorum: Karşımdaki Nebukadnezar! Daha doğrusu Nebukadnezar tavrı! Yüzyıllar ötesinden bu güne gelmiş, işte karşımda... Hemen kalkıyorum, “Tamam efendim. Anladım ne demek istediğinizi diyorum. . Gerçekten anladım ne demek istediğini. "Ben genel müdürüm kardeşim" diyor, "istiyorsam olacak. Sapmaya hak vermemin anlamı ne? Bak adamın tablosunda sapma diye bir satır var mı? Yok! Neden benden makul olmamı bekliyorsun bu durumda. Bana da Burhan Karaçam sınıfından hizmet verin. Ben de genel müdürüm."

Kim bu Nebukadnezar?
Nebukadnezar, eski Babil Kralı. Memleketini özleyen eşi için sarayında asma bahçeleri yaptıran biri. Ama günün birinde merkezi Kudüs olan Yahudi Krallığını ele geçirip Yahudileri sürgün ediyor, diasporaya yol açıyor. Yahudiler, bundan sonra 1948 İsrail Devletine kadar siyasi bir oluşum içine giremeyecekler. Nebukadnezar, Kudüs’te gelecek vaad eden bazı gençleri yanına alarak Babil’e götürüyor, yetiştirmeye başlıyor.

Nebukadnezar, bir gece kabuslar görerek uyanıyor. Terden sırılsıklam; giyinirken rüya tabircilerinin acilen huzuruna getirilmesini istiyor. Vakit sabaha karşıdır ve rüya tabircileri, arami dilini konuşan bir gruptur. Tabirciler, huzura girince; Nebukadnezar, çok şiddetli bir rüya gördüğünü ancak kendilerini beklerken rüyayı unuttuğunu söyleyerek ekipten hem rüyayı hatırlatmalarını hem de onu tabir etmelerini istiyor. Tercüme işlemi bittiğinde tabircibaşının ten renginin sarardığı, hatta kesekağıdı rengine dönüşmeye başladığını düşünmek bana mantıklı geliyor. Ekipbaşı, doğal olarak güvensiz, titreyen bir sesle, kendilerinde rüya tabiri ilmi olduğu ve ancak rüyanın anlatılması halinde onu tabir edebileceklerini, başkasına ait bir rüyayı hatırlatmak hususunda bir ilimlerinin olmadığını beyan ediyor. İlkesel davranıyor yani, bilinç hala devrede, bir bakıma sukunetini koruyor adam. Bu cevabın tercümesi bittiğinde, Nebukadnezar’da şafağın attığı, kendisine yakışacak bir tonlama ile gürlediği rivayet ediliyor. Ortamdaki tek kralın kendisi olduğu, arami dili kullanan bu topluluğun gerçekten ilim sahibi olması halinde rüyayı da hatırlatabileceklerini, aksi taktirde başlarını bir daha omuzlarının üstünde göremeyeceklerini, 26 punto, boldlu, italik ve altı çizili bir şekilde ifade ediyor. Tercüme işlemleri henüz bitmiş olmalı, salona Nebukadnezar’ın Kudüs’ten getirdiği Danyal Peygamber giriyor ve olaya müdehale için izin istiyor. Yetkiyi aldığında hem rüyayı anlatıyor hem de onu tabir ediyor. Bizim bu kıssa ile işimiz burada bitiyor.

Nerde kalmıştık?
Ofisime geri döndüm. Hatayı modeldeki değişkenlere dağıtarak ortadan kaldırdım. Burhan Beyin rafine tablosunun bizim kurum versiyonu, az sonra elimdeydi. Düzeltilmiş raporu, hemen götürmek bilgiye saygınlığı törpülüyebilir, bilginin kendisine güvensizlik duyulmasına neden olabilirdi. İki gün bekledim. Seramoni/törenler önemlidir, sevgili okuyucu. Teamüllerin tamamı safsata değildir. Bu konu -benim görebildiğim- en güzel Küçük Prens'in tilki ile tanışıp ayrılışına kadarki kısmında anlatılmıştır. Bu arada yeri gelmişken Küçük Prens'in yalnızca bir çocuk kitabı olmadığını ve yetişkinlerin de her yıl yeniden okumaları gerekli bir başucu eseri olduğunu, bir başka mülkiyeli üstadımız Mehmet Ali Verçin 'in yıllar öncesinden söylediğini ifade edeyim. Üstadın adını vermem, zamanında beni uyardığı için hakkını teslim maksadıyladır. Buradan kalben ama sessiz bir şekilde harfler ve kelimeler üzerinden bir kez daha teşekkür ediyorum kendisine.

Bu defaki randevumda Sevgili Genel Müdürüm, içtenlikle teşekkür etti bana. Gözlerinden anladım bunu, samimiydi. “Bak, çalışınca oluyor" gibi bir şey söyledi. Kaşiflere özgü tebessümü, içindeki çocuğu bir an görünür kılmıştı. Beni hemencecik uğurlayıp tabloyu daha derinden incelemek istediği açıktı.

ÖĞRENME
Bugün bu hatıra ne ifade ediyor? Birincisi, hiyerarşide yükseldikçe Nebukadnezar’da gördüğümüz tavra yaklaşma ihtimaliniz artar. Kınamayalım yani. Yukarılarda rüzgarlar sert eser. Ama farkındalığı yüksek üst düzey yöneticiler, meşruiyetini pozisyonundan alan taleplerle gelmezler. Pozisyon, yöneticiye imkansızı isteme hakkı tanımaz, makul olmak lazım. Düşünce ve ifade özgürlüğünün olduğu katılımcı yapılarda yöneticilerin hata yapma ihtimalleri düşer.

İkincisi; bir çalışan olarak doğru yaklaşım nedir? Bence ilk Genel Müdür randevusuna her iki tablo ile gitmeliydim: Sapmalı ve sapmanın yedirildiği iki tablo ile. İki tabloyu da görmeli, sonra sapmanın yedirildiği tablo üzerinde yoğunlaşmasını sürdürebilirdi. Sapmanın istatistik olarak bir anlamı var ama ekonomik olarak yok. Bunu görmek için fırsat algısının ön planda olması gerektiğini yıllar sonra fark edecektim. Nitekim çok sonra mütevazi bir şirkette yöneticilik yapmaya başladığımda olaylara bakışımın fırsat algısı merkezli olduğunu, nasıl daha fazla ciro yaparız sorusu etrafında zaman harcadığımı hatırlıyorum. Şirketin büyümesi ve kurumsallaşma çalışmalarının doğrudan sonucu, tehdit algısının gelişerek fırsat algısının önüne geçmesine neden olmuştu.

12 Mart 2014 Çarşamba

İYİDEKİ KÖTÜ (2)- PAUL WATZLAWICK – (*)


Bu çalışmanın ilk bölümü, blogumuzun 17.07.2013 tarihli kaydından takip edilebilir.

13. İyinin Başlattığı Zincirleme Tepki : Sıfır toplamlı oyunlar, birisinin kaybettiğinin, diğerinin kazandığına eşit olduğu durumları ifade eder. Sıfır toplamlar oyuncusu olmak demek, tepeden tırnağa maniheist(ikili, evet-hayır, iyi-kötü) öğretinin yolcusu olup yaşamın her durumunda sadece iki seçeneğin olduğuna inanmak demektir. Kazanmak ya da kaybetmek; bir üçüncü seçenek yine yoktur. (sh.43)

14. Adam, her yönü ile ama her yönüyle kazanmak için yaşıyordu- dolayısı ile kaybetmek korkusuyla. Yani felsefesi basitti ama huzur verici değildi; çünkü sürekli teyakkuz halinde yaşamak en sağlam insanda bile sinir bırakmazdı. Kendisinin sürekli yaşadığı korkudan dolayı başkalarının başına gelen kötülüklere sevinme eğiliminde olmasına değinmek, onu anlatmaya yeter.

Bu adam bir gün arabasını park ettikten sonra arabasından 200 metre uzaklaşmıştı ki, hiç tanımadığı bir adamın arkasından yetişip, "bayım, arabanızın ışıklarını açık unuttunuz" dediğini duydu, sonra adam geldiği gibi hızla uzaklaştı. Sıfır toplamlı oyunlara alışkın olan adamımız, "bu adamın hiç tanımadığı birinin ardından koşup, arabasının ışıklarını söndürmediğini" söylemesinin ona ne yararı olduğunu düşündü. İşte o anda kendisinin benzer durumlar için sabaha kadar aküsünü boşaltacak araçlar gördüğünde nasıl içten içe güldüğünü, nasıl hınzırca bir sevince kapıldığını hatırladı.

Adamımızın bilmediği, o tanımadığı insanın bu soylu davranışının kendisine başka bir oyunun kurallarını dayattığıydı. Arabasına gidip ışıkları söndürdüğünde hiç tanımadığı, belli belirsiz bir borçluluk duygusu uyanmıştı içinde- benzer bir durumda kendisi de herhangi bir başka insana karşı insanlık görevi yapmalıydı.

Aylar sonra dolu bir cüzdan bulan adamımız, umulmadık bu kazançtan dolayı tam da ellerini oğuşturacakken aklına ardından koşan yabancı geldi ve birden önceki senaryo bozuldu. Cüzdana bir göz attı ve aracına atlayıp cüzdan sahibinin evine gitti. Adamımız, cüzdan sahibinin tepkilerine ve önerdiği ödülü kabul etmediğine kendisinin de şaştığı bir haz duydu.

Parayı kaybeden de bir sıfır toplamlar oyuncusuydu. Yalnız kalınca "harika" dedi ve içinden adamımızı aptallıkla itham etti. Bunda yanılıyordu çünkü, adamımız kendisine yeni bir oyunun garip kurallarını aşılamıştı, bir dahaki sefere hayatında benzer bir olayla karşılaştığında kendisi de öyle "aptalca" davranacaktı.(sh.42-46)

Devam etmek ümidiyle...



(*) İyideki Kötü, Paul WATZLAWICK, Ayrıntı Yayınları, 1996

7 Mart 2014 Cuma

Metin Analizi - 6

> İslam, inanç ve eylemden oluşan devrimci aşamada en büyük birlik hareketiydi. Güce ve kültüre dönüştükten sonra en kutsal maske oldu. Ali Şeriati

Ali Şeriati ne diyor anlamlandırmaya çalışalım: Bir devrimci aşama var. Bu aşama inanç ve eylemden oluşuyor. Yani inanıyor ve harekete geçiyorsunuz. Tam burada İslam hareketi olarak nitelenen bu hareket, kerameti kendinden menkul bir şekilde yapılan sayımda(benim varsayımım) en büyük birlik hareketi olarak öne çıkıyor. En büyük birlik hareketi ifadesinin ne anlama geldiği, pek açık değil ama yine de büyük olmasının başlıbaşına olumlu bir durum olduğunu hissediyorum. Ama Allah için Şeriati, bizi ilave bir çaba ile kısıtlamıyor, yönlendirmiyor. Tespit olarak, inanıp harekete geçen ancak yazıda tanımı olmayan, sınırları çizilmeyen, kaotik, nereye gittiği belirsiz bir kitlenin, nereden çıktığı belli olmayan, muhtemelen Şeriati tarafından oluşturulmuş bir kategori olan devrimci aşamada yer aldığını öğreniyoruz. 

İslam; bu halden, güce ve kültüre evrildikten sonra en kutsal maske oldu diyor Şeriati. Burası sözün en vurucu yeri, iyi anlaşılması lazım. Ama Şeriati bu anlatımı yeterli görüyor. Oldu demesinden bu tespitin tarihsel-sosyolojik bir gözleme dayandığı fikrine kapılıyorum. Maske oluşu, beni rahatsız ediyor. Demek altında bir başka yüz daha var, gerçek yüz. Din, güç ve kültüre mal olduktan sonra hep maskeye mi dönüşür acaba? Cevabı yok burada. Peki güce ve kültüre dönüşmesi istisna mı, doğal bir evrilme mi, yoksa sapma mıdır? Bu da belirgin değil ama maske oluşundan hem de kutsal bir maske oluşundan, bir şeyleri perdelediği, sakladığı, bir şekilde münafıklığa ortam hazırladığını öğreniyorum. Burada bir şeyler doğru olabilir ama anlatım, kapalı, genellemeci ve kuşatıcı, dolayısı ile ben gerçeğin peşine bu söz üzerinden düşemem. Bu sözün bana kılavuzluk yapması mümkün değil, çünkü sürekli iyi niyetli yorumlarıma muhtaç. 

Metin Analizi - 5

> İslam bütün müslümanların kardeşliğini farz kıldı fakat müslümanlar birlik değiller, hatta başkalarının hesabına aralarında savaş yapmaktadırlar. Aliya İzzetbegoviç

Yine bir genelleme ama ne yalan söyleyeyim, Amin Malouf’un Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri’ni okuyana kadar ben de Aliya gibi romantiktim. Reel politikin çok başka çalıştığını, dinin “görünür neden”, bahane olmanın ötesine pek geçmediği, güç elinizde değilse esnek olup devletin yaşam süresini uzatmaya çalışmanın öncelikli politika oluşunu görüyorsunuz. En azından 12.yüzyıl boyunca. Sonrasında da durumun pek farklı olduğunu sanmıyorum. 

Müslümanların kardeşliği ile birliği arasında Aliya, birebir ilişki kuruyor ama bunun akli mi, nakli mi, ya da başka ne türlü bir çıkarsama olduğuna dair bir saptamada bulunmuyor. Gerçekte kardeşlik ile birlik arasında öyle bir ilişki mi var? 

"Başkalarının hesabına aralarında savaş yapanlar" tamlaması, analiz yapan bir gözlemci bakışının adlandırmasıdır. Bizatihi savaş yapanlar, başkalarının hesabına savaş yaptığını nasıl ifade edecekler? Grubun kendi içinde meşruiyetini yitirmesine yol açar bu kabul. Dolayısı ile barış zamanına ait bir söylem olarak geçmişi, ya da olay sırasında bir gözlemcinin nitelemesi olarak geçerli bir anlamı olabilir, başkaları hesabına savaş yapmanın. Pratik ve iyileştirici bir boyutu yok yani saptamanın. Çok çok, evet öyle maalesef diyoruz; sonra herkes kendi bildiğine okumak üzere yoluna devam ediyor.

Metin Analizi - 4

> Müslümanlar, iyi yetişmemiş müslümanlardan kafirlerden gördüğü zarar kadar, belki daha fazla zarar görmüştür. Mevdudi

Olabilir ama genelleme yapılması beni rahatsız ediyor. Bu sözde çok fazla ifade edilmemiş varsayım mevcut.

Birinci varsayım: Müslümanlar, ikiye ayrılır: Müslümanlar ve iyi yetişmemiş Müslümanlar. Bunu kabul ederim, bir ayırımdır sonuçta. Analiz için faydalıdır bu tarz geçici grup tanımları.

İkinci varsayım; iyi yetişmemiş Müslümanlar, diğerlerine zarar verir. Neden ve nasıl zarar verir, belirsiz, boşluk var. Boşlukları ben de doldurabilirdim ama neden yapayım? Mevdudinin bunu yapması gerekirdi.  Kendi halinde evinde, köyünde oturan “iyi yetişmemiş Müslüman” nasıl oluyor da diğer Müslümanlara zarar verebiliyor? Gerçekte kuşatıcı bir ifade değil ama yersen, her koşulda ve her yerde doğru bir şey söylüyor edasında. Siz açsanız buyrun, bende alerji yapıyor bu tür söylemler.

Üçüncü varsayım; kafirler, zarar verir. Peki bu bir genelleme mi? Kafirler hep zarar mı verir? Ticari işlerde öyle olmuyor ama. Belirsiz, sınırları olmayan ifadeler.

Dördüncü varsayım;  iyi yetişmemiş Müslümanların verdikleri zarar, kafirlerin verdiği zarardan fazla. Niceliksel bir zarar mı, niteliksel bir zarar mı, o da belirsiz.

Yarım doktor, yarım alim esprisi ise söz konusu olan o söz yukarıdaki cümlede olduğu gibi anlatılmaz. Mevdudi, muhtemelen spesifik bir olayla ilgili bir söylemde bulunuyor. Olayı bilsek, anlamlandıracağız. İyi yetişmemiş Müslümanlar kategorisi, bir nihai durak olmamalıdır. Her insanın potansiyeline ulaşma hakkı vardır ve bu hak onun doğuştan sahip olduğu bir haktır. 

Sonuç: Söz, derdinin anlatamıyor. Bu haliyle ötekileştirici, kırıcı, suçlayıcı, incitici. 

5 Mart 2014 Çarşamba

Metin Analizi - 3

Bu analiz, değerli dostum, gayretli arkadaşım, Sn. Rüştü Argıt'a ithaf edilmiştir. O'nun ilgisi, desteği ve yönlendirmesi olmasa, bu yazı vücut bulamazdı. Teşekkür ediyorum. İyi ki var!



> Bugün müslümanların İslam'a yapabilecekleri en büyük iyilik İslam'ı temsil etmediklerini ilan etmeleridir! Muhammed İkbal


İkbal, dünyanın her taraftan üzerine geldiği, derin bir depresyon duygusu ile özgüvenini kaybetmiş ve kendi içine çekilmiş, 1909-1938 arası yaşayan (şairin bizim coğrafyamız için muhtemel gözlem aralığı bu tarihler olabilir; 1877-1938 yılları arasında yaşayan şairimizin Hindistan coğrafyası için öngördüğü aralık hakkında bir fikrim yok) İslam dünyası sakinlerini, merhametiyle sarmayacak ve tam tersine fırça mı atacak? Yapmışsa yanlış yapmıştır. Kimse, üzerinden silindir geçmiş bir müslümandan, Müslüman kimliğini de çıkarmasını bekleyemez, buna hakkı yoktur. Kimliğin doğrudan sonucu temsildir: Aktif temsildir, pasif temsildir, sonuç olarak temsildir. Hastanın, acizin sorumluluğu, sağlıklınınki ile bir değildir.

Müslümanlar, kardeşlerinden utanmasınlar... Olanı olduğu gibi sevsinler. Değiştirip, dönüştürmeye kalkmasınlar. En büyük düşmanları, kendileridir. Kendi nefsleriyle uğraşsınlar. 


4 Mart 2014 Salı

Metin Analizi - 2

Sevgili Okuyucu,
Son zamanlarda müslümanların özgüvenlerine yönelik saldırıların arttığını gözlemliyorum. Analojik akıl yürütmeleriyle sureti haktan görünmeye çalışan bu mesajlar, yine dindar dostlar tarafından herhangi bir art niyet olmaksızın paylaşılıyor. Aşağıda yine bu yolla bana ulaşan küçük bir metne dair yaptığım analizi bulacaksınız.

Sonradan Müslümanlığı seçen bir İngiliz olan Lord Henry diye birinin sözü de bu konuda çok manidar: "İslamı gördüm imrendim, Müslümanları gördüm iğrendim. Ki bu Müslümanlar benim onyedi yıl geç Müslüman olmamın müsebbibidirler. Öte tarafta iki elim bu Müslümanların yakasında olacak. Çünkü onlar bana iyi örnekler olsalar ve ben daha önce Müslüman olsaydım annem ve babam ölmeden önce İslamı tanıyacaklar ve belki de onlar da Müslüman olacaklardı."

İslamı gördüm imrendim diyor: Ne demek bu? İslam, bizatihi üç boyutlu bir varlık değilki, fiziki gözlerle görülebilsin. Ya Müslümanları görüp, İslam’ı gördüm dersiniz, ya da İslam’ın kaynaklarına ulaşır, okur, anlar, İslam budur, gördüm dersiniz. Şüphesiz bu ikisinin bir karışımı da üçüncü bir seçenek olabilir. Yazının devamından anlaşılıyorki, Müslümanları görmek, beyimizde olumsuz tesir bırakıyor. O zaman İslam kaynaklarının (kitap: Kur’an ve belki başka kitaplar) görüldüğü, değerlendirildiği ve imrenildiği ortaya çıkıyor. Zaten İslam, imanı altı hususta kayda bağlıyor ve bu umdeler içinde “Müslümanlara iman” diye bir başlık yok. Allah, insanlara Müslümanlara bakın da Müslüman olun demiyor. Sorun yok yani, iman için yeterli koşul sağlanmış ama yok, beyimiz artık ne yaşamışsa son anda bir şey olmuş ve Müslümanlardan iğrenmiş.

Biz de müslümanız, hem de bunca yılın müslümanıyız. Neler gördük, neler görüyoruz? İnsanların özel telefon görüşmelerini kayda alıp, montajla yayınlayanlar, takiyye adı altında Sünnilikte ancak ölüm tehlikesi altında kullanılabilecek bir ruhsatı, tam da yaşadığımız dijital dünyanın ruhuna uygun copy-paste kolaycılığında hayatın her alanında fütursuzca kullanan, dolayısı ile açıkça yalan söyleyen, münafıklık yapan, kötü örnek Müslümanların varlığına rağmen biz Müslümanlığımızdan mı vaz geçtik? 

İğrençmiş! ne yaşamışki iğrençlikle tanımlıyor?
İğrençlik nitelemesi, insandan insana farklılık gösteren; kişisel bir nitelemedir/kanaattir. Benim iğrenç bulduğum bir nesneyi, tutumu ya da sözü, bir başkası, kaba, sevimli ya da müthiş bulabilir. İğrençliği saptayan/sağlayan, değerlendirmesi yapılan hususun, değerlendirmeyi yapan insanın tolerans eşiklerinin neresine düştüğü konusudur. Tolerans göstermeyeceğimiz alana düşen konular, kötü; daha da tahammül edilemeyecek olanlar, iğrenç olabilir. Ama bu da görecelidir, yani tolerans eşiklerinin sahibi tarafından değiştirilmesi ile “iğrenç” ya da “kötü” olarak nitelenen bir şey, pek ala normal alana çekilebilir: Sigarayı iğrenç bulan biri, bir süre sonra tiryaki olduğunda sigarayı normal hatta yararlı bir nesne olarak görebilir.

Buradan ne sonuç çıkaracağım:

  1. On yedi yıl  önceki iğrençlik, hala ortada duruyor ancak beyefendinin değerlendirme kriterleri değiştiği için ona artık iğrençlik olarak görünmüyor olabilir.
  2. Beyefendinin iğrençlik saptaması, kendini bağlar, herkesi değil. Kendi küçük dünyasındaki algılarının, evrensel gerçeklermiş gibi okunması, okuyanın insanoğluna açtığı teminatsız romatizm kredisidir. Ben öyle okumuyorum, çünkü süreçleri benimle paylaşmıyor, sonuçları ifade ediyor. Adamı tanımıyorumki, itimat edeyim. Hele yazının tümündeki rahatsız edici hava, güvensizliğimi perçinliyor, adamın ensesini görmek için sabırsızlanıyorum.

Kendisinin on yedi yıl geç Müslüman olmasında müsebbip olarak gösterdiği grubu teşhis ve teşhir edemeyen, onları eylemleri üzerinden bile tanımlamaktan aciz olan bu şahıs;

1.    Eylemlerinden etkilendiği grubu, genel kitleden ayırmalıydı. Böylece Müslümanlar kümesinin bir alt grubu olan X grubunun eylemleri, kamuoyunun önüne müstakil olarak gelir ve değerlendirilirdi. Böyle yapılmayarak analojiye sapılmış, Müslümanlık ortak paydası/ benzerliğinden yararlanarak alt grubun “iğrençliği”, Müsümanlığın da iğrençliği haline dönüştürülmüştür.

2.   Mevlüt Bayraktaroğlu’na ait güzel bir söz var: “Kıyağınla iman eden, keleğinle dinden çıkar.”  “Bana güzel örnek olsalar ne güzel iman ederdim” önermesi, “kötü örnek görünce başlangıç koşullarına geri dönerim“ önermesi ile eşdeğerdir. İmanın kalitesini olumsuzlayan, başka insanları ve onların emeklerini referans alan bir yaklaşım bu. Yanlış!

3.   Yazar, kendi sorumluluğunu almamakta ısrar ediyor. Müslüman olmayla ilgili on yedi yıl önce belliki, olumsuz karar vermiş. Gerekçesi ne olursa olsun kararı veren kendisi. Gerekçeler, vesile olur; kararları insanlar alır. İğrençlik konusundaki analizimiz, gerekçelere ilişkin tutumların göreceli ve kişisel olduğunu ortaya koyuyor. Koşullar ve koşullara bakış açımız (koşul algımız) değiştiğinde, kararların da bundan etkileneceği ortada. Kararlarımızın sorumluluklarını alalım, başkalarını ya da koşulları suçlamayalım.

4.   Yaratıcı dışında kimse, kimseden dinde örnek olmak konusunda hayatı boyunca duyarlılık göstermesini bekleyemez. Bu başkasından istenecek bir şey değildir, herkesin mükellef olduğu bir şeydir. Yani ben örnek oluyorum diyebilirsiniz, ancak “sen örnek ol” demenin mantığı yoktur.

5.   “Birileri bana iyi örnek olsalar, ben daha önce Müslüman olurdum, annemle babam da belki Müslüman olurlardı” ifadesi de halamın bıyıkları olsaydı amcam olurdu ifadesine yakın bir mantıksal tutarlılık içindedir. Bunun bir adım ötesi de Allah beni niye Müslüman bir toplum içinde yaratmadı, annemle babamın ne kusuru var, niye cehennem var? ve benzeri, akıllara zarar bir dizi başka soruyu gündeme getirir. Anlamsızlık!

Sadede geliyorum:  Eğer gerçekten Lord Henry diye biri varsa bu adam, bu yazısıyla; Müslümanların özgüvenlerine saldırmakta ve sizden bir şey olmaz mesajı vermektedir. Bu yönüyle elitist ve kışkırtıcıdır. Masum değildir çünkü saldırgandır. 


Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...