20 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Bankacının Serüveni


İbrahim Betil, Hafiften Bankacılık isimli eserinde kişisel bankacılık kariyeri hakkında okuması çok keyifli bir dizi anlatımda bulunuyor: Üniversitenin üçüncü sınıfında zorunlu olmamasına rağmen mesleki eğitime faydası olur diye iki arkadaşı ile birlikte Yapı ve Kredi Bankasında staja başlar. İkinci günden itibaren yalnızdır, arkadaşları bu ilgisiz ve meraksız insanlarla dolu çalışma ortamından ilk gün sıkılıp stajı bırakmışlardır. Buna karşılık Betil, daha sonra saçma sapan bir sorumluluk duygusu dediği, okulunun Bankadaki itibarını korumak maksadıyla “kendine eziyet eder” ve bunalmasına rağmen sabreder, stajını tamamlar.

Askerden sonra kaderin cilvesi, zamanın parlak kurumlarından Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’na öncelikle proje değerlendirmesi yaptıkları için başvurur ve Uzman olarak iki buçuk yıl bu kurumda çalışır. “Ekonominin aslı üretim; finansman ikinci planda gelir” inancıyla görevinden ayrılır ve bazı aile fertleri ve birkaç yakın arkadaşı ile bir şirket kurarak geceli gündüzlü bu şirket için çalışmaya başlar. Bir iki ay sonra maaşının ne olacağının ana gündem maddesi olduğu bir yönetim kurulu toplantısında, bir fikirleri olsun diye daha önce TSKB’de aldığı rakamı söyler. Çok sevdiği eski bankacı ve aile dostu bir yönetim kurulu üyesi, “sınai kalkınma günleri geride kaldı, buranın şartları başka olabilir” deyince  amatörlükle her şey olmadığını/çözülemediğini, maaşını konuşmakta geç kaldığını anlar.

1973 yılında sanayici olur, sekiz yıl sanayicilik yapar.  Sermaye yetersizliği nedeniyle büyüme sorunları baş gösterince ortaklar olarak işi tecrübeli bir kadroya bırakıp kendileri de profesyonel olarak başka işlerde çalışma kararı alırlar. Ortaokuldan arkadaşı, Mehmet Emin Karamehmet’e haber uçurur. Betil, Karamehmet’in İşlerinin iyi ve büyümekte olduğunu bilmektedir. Karamehmet, Betil’le yaptığı görüşmede iki teklifte bulunur: Biri yeni başladığı denizcilik sektöründeki firmasında üst düzey bir görev, diğeri Pamukbank’ın iştiraki Uluslararası Bankası’nın genel müdürlüğü. “Ben bankacılıktan anlamam, sekiz yıldır sanayicilik yapıyorum” deyince Karamehmet, “Biz Pamukbank’ı aldığımızda bankacılıktan anlıyor muyduk? Ankes nedir, disponibilite nedir diye birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Çalıştık, kısa sürede öğrendik. Pamukbank şimdi çok başarılı. Uluslararası ’nı da başarılı bir konuma getireceğiz. Korkma yaparsın…” gibi teşvik edici birkaç cümle söyler. Betil, halinden memnun karar vermek için düşünmek istediğini belirterek süre ister. Kısa bir süre sonra kararını verir: Uluslararası Bankası ile ilgili teklifi kabul ettiğini bildirir. Artık “bankacı” olacaktır. Oysa Karamehmet aynı pozisyon için Erol Aksoy’a da teklif götürmüştür. Bu ikiliyi bir yemekte bir araya getirir. Betil, yemeğe anlam veremese de Aksoy hakkında “karşısındakine biraz tepeden bakıyormuş, küçümseyen bir tavır içindeydi” diye niteleyeceği gözlemlerde bulunur. Sonradan Aksoy’un da kendisini beğenmediğini öğrenecektir. Ama bu yemek sonrası Karamehmet, Aksoy’u tercih ederek, Uluslararası ’na genel müdür yapar.

Bundan sonra Pamukbank’ın genel müdürü ve her ikisinin okuldan arkadaşı Hüsnü Özyeğin, patronu Karamehmet’in yönlendirmesi ile Betil’i arar ve Pamukbank’ta Genel Müdür Yardımcılığı pozisyonunu teklif eder. Betil, duraksadığını beyan ediyor: “Bir hafta öncesine kadar bir bankanın genel müdürlüğü teklif edilirken şimdi söz konusu olan daha büyük bir banka bile olsa, “genel müdür yardımcılığı kabul edilebilir miydi? Edilebileceğine karar verdim. Fazla dert edinmedim. Kendime güveniyordum. Hüsnü’ye de güveniyordum. Mademki karar vermiştim, profesyonel olarak çalışacaktım, bir yerden başlamam gerekiyordu. Bankacı olacaksam bu işte hiç olmazsa üç-dört yıl deneyimi olan birinin yanında işe başlamam belki de daha doğru olur diye düşündüm. Zaten daha iki hafta önce, ilk öneri yapıldığında “ben bankacılıktan anlamam, sekiz yıldır sanayicilik yapıyorum” diye düşünen ben değil miydim! Öneriyi kabul ettim. “

Demekki neymiş…

 

16 Eylül 2014 Salı

Bize dinden bahset !

Ermiş'in (Mustafa), bulunduğu şehri; yurduna gitmek üzere terk edeceği anlaşıldığında halk etrafını sarar ve bazı konularda Ermiş'ten kendilerine nasihat etmesini isterler.

Biri öne çıkarak “bize” der “sevgiden söz et”

Ermiş anlatır, anlatır, anlatır…

Bir diğeri “bize aşktan, evlilikten söz et” der, anlatır…

Bunu “alışveriş hakkında ne dersin?” diyen biri izler, anlatır…

“Çocuklardan bahset” derler, anlatır…

“Eğitimden bahset” derler, anlatır…

“Çiftçilikten bahset” derler, anlatır…

“Alınterinden, emekten ve adaletten” bahset derler, anlatır…

Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Mustafa, hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır…

Konuşmasının sonuna doğru birisi “Bize ‘din’den bahset” deyince şöyle cevap verir;

“Bahsettim ya, dinlemedin mi?”

Ve devam eder: “Siz zamanınızı, bunlar Allah’ın saatleridir, bunlar bizim saatlerimizdir diye ayırabilir misiniz? Öyleyse din, yaşadığımız hayat ve tüm davranışlarımızdır. Her an Allah huzurunda olduğunun bilincinde, öylesine titiz, doğruyu gözeterek temiz bir hayat yaşamaktan daha güzel bir din olur mu?”

(Halil Cibran'ın Ermiş'inden özetlenerek alınmıştır.)

12 Eylül 2014 Cuma

Türk Milli Takımlarının Davranış Sistematiği

Sporun takım halinde icra edilen futbol, basketbol ve voleybol gibi branşlarında; gerek Türk Milli Takım(lar)ı gerekse spor kulüplerinin uluslar arası maçlarda ortaya koydukları davranış kalıbı hakkında düşündüklerimi paylaşmak istiyorum: Türk Takımları, yabancı rakipleri hangi yetkinlik düzeyinde olurlarsa olsunlar, karşılaşmanın hemen başında rakiplerinin sportif yetenek seviyelerine uyum sağlarlar ve bu uyumun gereksindiği minimum performans ile de son dakikaya kadar mücadele ederler. Bu bakış açısı, güçlü ve zayıf rakip kategorilerini kullanmaz; bir gölge gibi kendisini rakibe endeksler, rakibi takip eder. Oyunun sonucunu ve gidişatını bu anlamda rakip belirler.

Türk Futbol Takımının oyun esnasında 2'den fazla fark yapmadığı her maç için kural şudur: 2-0, 2-1, 1-0 öndeyken veya oyun içerisinde gollü ya da golsüz eşitliğin olduğu zaman dilimlerinde Türk takımı üzerinde "talihsiz bir gol yiyerek rüzgarın olumsuza döneceğine" dair büyük bir stres vardır. Bu stres, gol yeme beklentisini besler, büyütür ve bu arada yenecek bir golle bütün takım rahatlar, kendine gelir. Takımı mağlup duruma düşüren bu gol (ya da diğer sporlar için verilen her bir sayı) ile Takımının özgüveni paradoksal bir biçimde artmaya başlar. Gol ne kadar erken gelirse toparlanma ve telafi etme imkanları da aynı oranda artar. Basketbol ve voleybol için böyle istisnai bir durum yoktur, maç herhangi bir yerden olumsuza dönebilir.

Örneğin, Türk Milli Futbol Takımı dışında hangi milli takım, Malta ve Arjantin Milli Takımlarıyla oynayacağı ardışık maçların ikisinde de rakibiyle başabaş bir oyun çıkarabilir. Skor tahminleri, gerçeğin acı sürprizleri ile tahmincisini utandırabilir: Bu takım, ilk maçı Malta ile yapıyorsa bu maçı alıp Arjantin maçını verebilir. Ancak ilk maç Arjantin'le ise Arjantin'i uyuz eşşek bir ritimle (Galatasaray'ın Avrupa Kupasını almaya giden maçlarını hatırlayın.) hem top oynatmaz hem de hasbelkader gelişen mütevazı bir atakta nasıl meydana geldiği ancak televizyon başında maçı izleyenlerin tekrar gösterimleri ile fark edebilecekleri kalitede bir gol ile yenip (1-0, yani) ya da 0-0 ile berabere kalıp Malta maçında yürekleri ağıza getirecek, 1-0 mağlup götürdüğü maçı, örneğin 86. dakikada serseri bir geri pasının Malta kalesine girmesi ile belki ancak beraberliği kurtaracaktır. (Üçüncü maç yani Arjantin-Malta maçının skoru, Türk Milli Takımı ile yaptıkları ya da yapacakları maçtan bağımsız/ilgisiz olarak (hatta standartlar gereği; her zaman ve her yerde) Arjantin'in üstünlüğü/yoğun baskısı ile geçer ve skor muhtemelen 5-0'ın üstünde olur.)
Ara sonuç: Türk Milli Takımı ile oynayan tüm takımlar, risk altındadır.

"Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" diyen Tarkan'a katılıyorum. Bunun bir motto olarak takımlarımıza yansımasını ve rakibe göre pozisyon alan değil, kendini ortaya koyan bir strateji ile karakter sahibi bir performansın başarıyı getireceğine inanıyorum.

Son sözüm Türk futboluna ilişkin üç farklı kişisel gözlem üzerine olsun: Birincisi, Türk Milli Takımı ya da uluslar arası maça çıkan bir Türk takımının oynadığı maçı almayı isteyip istemediği, öncelikle taç atışlarından anlaşılır: Maçın alınması ile ilgili olarak oyuncular, tarafsız ise -bu mümkün ve sık görülen bir durumdur, sakın yeni fark ediyor görünüp nasıl yani demeyin. Spor müsabakaları, spor olsun diye yapılmaz, bunlar savaşın eğlence formatında biçim değiştirerek yeniden kurgulanmış halidir. Bu farkındalığı yaşamamış olmakla birlikte motivasyon yoksunluğu çeken kimi sporcular, kendi takımlarına disasosiye olurlar -takım ruhunun dışında kalırlar- ve "iyi olan kazansın", "maç bitse de gitsek" moduna girebilirler-  böyle durumlarda, taç atışında topun kime atılacağı diğer bir deyişle kimin tarafından alınacağı kriz olur. Topu eline alan tac kullanacak futbolcu, müsait adam arar topu atmak için ama bulamaz, çünkü lüzumlu herkes saklanmaktadır. O taç da diğer kayıp toplar gibi rakip ataklarının finansmanında kullanılır. Öte yandan rakip taç atışları sırasında en ufak bir problem yaşamaz, top rahatlıkla, istendiği gibi oyuna kazandırılır. Neden dersiniz. Rakibe pres uygulamak, genellikle Türk centilmenlik kurallarına mı aykırıdır? Böyle olduğunu iddia edemem ancak olan, müdehale etmek konusunda hiçbir farkındalık geliştirilmediğidir.

İkincisi, özellikle kendi defansındayken Türk (Milli) Takımı oyuncusu, topu rakipte görmek ister. "Top rakibin hakkıdır çünkü. Neden ama? Kendi yorumum: çocukken topun mülkiyetinden dolayı büyüklerin "oğlum biraz Hüseyin'e (topun sahibi) de atsana, O da oynasın" diyerek kendisi ile top arasına başkasını koyan bir anlayışı bilinç altına yerleştirmiştir. Böylece hep topu almaya, kapmaya çalışırsınız." Rakip, oyun kuracaktırki maç oynanabilsin. Klasik pozisyondur: Top rakipte, karşısında Türk Futbolcusu elleri yanlardan arkasına doğru savunma pozisyonu almış beklemektedir. Rakip topla dilediği gibi oynar, hiçbir müdehale olmadan arkadaşına pas verir, bizimki seyreder, garip bir şekilde rakibin topla ilgili konsantrasyonunu bozmaz.  Sanki, "Haydi hazır olunca topu çıkar da oyuna devam edelim." düşüncesindedir, rakip topu arkadaşına çıkarırken bizimki klasik kesme hareketini yapar, değerse ne ala, değemezse maç rakibin kurgusuna uygun devam eder. Bu tarz görüntülerin sıkça yaşandığı maç sonuçları, en fazla fark yediğimiz maçlardır.

Üçüncüsü de futbolcu bir kez samimiyeti konusunda seyirciden yeterli kredi aldıysa  gireceği gol pozisyonlarını değerlendirmek, gole çevirmek sorumluluğundan kurtulur. Artık O'nun için önemli olan gol pozisyonuna girmektir ve bu tutum aldığı parayı hak ettiğini hissetmesi için yeterlidir. Gollük topa tuhaf bir vuruş yapmak, üzerine gelen topu  ıskalamak, ayağının takılıp düşmesi vb. hareketler, pozisyonun değerlendirildiği anlamına gelir. Bu beceriksiz davranışların istatistiği tutulmaz, kimse bu tarz tutumlardan dolayı kınanmaz, sorumlu görülmez. Ancak bütün bunların olabilmesi, sistemin sorunsuz işlemesi için maç boyunca futbolcuların kendi seyircileriyle eşanlı bir iletişim içinde olması da esastır. Seyirci bir çeşit babadır ve çocuğu olan futbolcuyu affetme, mazur görme hakkına sahiptir. Çoğu zaman babanın önünde heyecanlanılır, iyi oyun oynanamaz. Bu nedenle Türk Takımları, iç sahada baskı altında/stres içinde oynarken deplasmanda daha rahattır.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Can Paker'den Fethullah Gülen Tecrubesi


Fatih Üniversitesi Rektörü Şerif Ali Tekalan, Can Paker’i Pensilvanya’ya; Fethullah Gülen’i ziyarete davet eder. Aylarca uygun bir zaman bulunamasa da 1 Nisan 2013’te üç günlük bir seyahat için yola çıkarlar. İlk gün cemaatin televizyonu olan Ebru TV ziyaret edilir, ardından Pensilvanya’ya çiftliğe gidilir. Hocaefendi’nin ikindi namazından sonra geleceği ifade edilir. Kitaptan devam ediyorum:

“İkindi namazı geldi. Namaza gidildi. Namaz kılındı. Ben kılmadım. Çok kibar insanlar. Ama belli ettiler, bir şaşkınlık oldu.

Ondan sonra Hocaefendi namaz kılan cemaate sohbet yapıyor...

İslami kavramları ortaya atıp öğretiyor. Benim gibi bir dinleyen için aralarında çok bağ olmayan bir şekilde konuşuyor. Ben bir bağ kuramıyorum.

Her vaazdan sonra Türkiye ile ilgili suallere cevap verirmiş.

“Ben biraz rahatsızım. Bugün cevap vermeyeceğim“ dedi.

Benimle de akşam namazından sonra sohbet etmek istediğini söyledi. Sonra istirahate çekildik.

Akşam yemeği yendi, namaza gidildi.

Namazdan sonra, bu sefer başka bir yerde, 10-12 kişi, Hocaefendi’yle iki saat kadar konuştuk.

İşte orada ortaya kavram atıp bırakmıyor. Çok disiplinli ve fevkalade analitik konuşuyor.

Çok okuduğu ve bilgili olduğu belli.

Artı, bütün dünyayı takip ediyor. Suriye diyorsun, Suriye analizi yapıyor. Bütün yapısal analizini yapıyor. Irak, İran, Avrupa’yla ilgili de öyle. En son bilgilere sahip.

O iki saatlik konuşmada “Cemaatte neden bir gizlilik var?” diye sordum.

Haklı buldu beni. “Açılmamız gerekiyor,” dedi.

Bu kapalılığın yanlış yorumlara yol açacağını söyledim.

Tayyip Bey’i beğendiğini fark ettim.

“Türkiye için büyük işler yaptı,” diyor.

Emniyette ve yargıda karşı karşıya gelmeleri için “olur böyle şeyler” anlamında bir cümle kullandı. Ben cemaatin çok yararlı işler yaptığını, önemli bir ağ olduğunu, ama böyle bir yapının siyasetin içinde olamayacağını, zaten yapamayacağını söyledim. Buna hiçbir şey demedi.

Tabii ki bir sivil toplum örgütü siyasete etki eder. Ama etki etmek ve siyaset yapmak ayrı şeyler. Karar mekanizmasının içinde olamaz sivil toplum örgütü. Ama siyasi karara etki etmeye çalışır. Ama karar vericilerin biri olamaz. Bunu konuştuk.

Ondan sonra odasını gösterdi. Yattığı yeri gördük.

Çok basit ve sade bir yer. Bir yer yatağında yatıyor ve küçük bir yerde yaşıyor. Muhtemelen çok okuyor.

O gece yine otelde yattık, ama geldik yine.

…….

Çok zeki bir insan. Çok okuyor. Oradan duyduğum kadarıyla ilkokul 3’ten terk!

Kimse geldiği yere boşu boşuna gelmiyor.

Çok büyük mesafe katetmiş. Tam bir lider. Liderden öte!

Ben ona sosyolojik ve siyasal olarak bakıyorum ama oradakiler öyle bakmıyor. Onlar, önder, kutsi tarafı olan birisi olarak bakıyorlar.

Tahminim, Gülen Hareketi, ciddi bir sivil toplum hareketi ve network olarak devam edecektir.

Ama siyasi karar verme mekanizması içinde olamaz, seçime girmiyor çünkü. Siyaset oydan alıyor gücünü.

Türkiye’de gücünü halktan almayan en büyük güç orduydu sekiz yıl. Onun da siyasi gücü kalmadı.

Gülen Hareketi’nin siyasi bir gücü olduğuna inanmıyorum.

Allah uzun ömür versin. Fethullah Hoca’dan sonra da, hareketin devam edeceğini düşünüyorum.

Bir CAN PAKER kitabı, Fatih VURAL, ALFA Yayınları, sh.546-549, Temmuz 2013




Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...