26 Aralık 2017 Salı

Nika Ayaklanması

Hipodrom, yani at yarışlarının yapıldığı yer, aynı zamanda siyasal bir merkez konumundaydı. Kapadokyalı Yohannis’in de kötü valilik yönetiminden hoşnut olmayan Maviler ve Yeşiller ilk defa kendi aralarında düşmanlığa son vererek ayaklandılar. Justinianus, Hipodrom ’a elçi göndererek halkla görüştü ama, ikna edemedi. Yohannis’in görevine son vereceğini bildirdi. Bu da bir şeye yaramadı. İsyancılar “Nika” yani “Zafer!” diye bağırarak kentin içinde birçok binayı, bu arada bugünkü Ayasofya’nın yerinde bulunan bir bazilikayı ateşe verdiler. Halk, eski İmparator Anastasius’un yeğenlerinden birini imparator ilan etti. Justinianus tahtı terk edip kaçmayı düşünüyordu. Teodora, sarayda yapılan bir toplantıda buna karşı çıktı. Ve yine Prokopius’un De Bello Persico “İranlılarla Savaş” adlı kitabında belirttiğine göre şunları söyledi: “ Belki kadınların, erkekler önünde konuşması ve korkaklara cesaret vermesi doğru değildir. Ama, tehlike anında herkes elinden geleni yapmalıdır. Bence, bu durumda kaçmamız bize bir şey kazandırmaz. Kaçarak kurtulsak bile bunun sonu yoktur. Nasıl olsa dünyaya gelen kişi ölecektir. Hükümdar olan kimse sürgünde yaşayamaz. Ey İmparator! Kaçarak kurtulmak istiyorsan, bunda bir güçlük yok. Hazinen var, gemilerin hazır bekliyor. Ama sarayından ayrıldığın zaman hayatını da yitirmiş olacaksın. Güveneceğin bir yere kaçtığın zaman ölümü güvenliğe tercih edip etmeyeceğini düşün.” İmparator bu sözler üzerine kaçmaktan vazgeçerek, ayaklanmayı bastırma işini komutan Belisarius’a verdi. Ayaklanmanın altıncı gününde Belisarius isyancıları Hipodrom ’a sokarak kapattı ve 30-40 bin kişiyi öldürterek isyanı bastırdı. Olay MS 532 yılında cereyan etti.

Hayat Tecrübesinin Formüle Ettiği Sözler

Pendik Belediyesinin eski başkan yardımcılarından Ramazan Paydaş hayat tecrübesinden süzülen iki sözü, paylaşıyorum: 
"-Ticaret yaparken beyninde şeytanın, dilinde yalanın, malında haramın olmayacak."
"-Uyanık olun; ama bilin ki, aşırı uyanık olanlar, uykusuzluktan ölür."

Taşeron işçiliği ve Neoliberalizm

Hayatın akışı ve pratikle yüzleşme, teoride sıkı duran pek çok iyi niyetli düşüncenin uygulama aşamasında ciddi sorunlara neden olduğunu gösteriyor.
Yeryüzünde sınıfsız bir toplum yaratma, dolayısı ile cennet kurma fikrinin peşinde örgütlenen sosyalistler, Sovyetler Birliği ve Demirperde ülkelerinin uygulamaları sonucu, hayatı yaşanılmaz kılan pek çok ağır düşünsel ve pratik yaralar aldılar.
Benzer şekilde 80'lerden itibaren yükselen neoliberal düşünce, hukuki düzenlemelerin hayatın hızına yetişememesi nedeniyle toplumsal kaynakların yeniden dağıtımında kamu vicdanını yaralayan pek çok örneğin yaşanmasına neden oldu.
Devletin görece küçültülmesini öneren neoliberal yaklaşımın uygulamada problemleri çözmek yerine genellikle görüş alanından çıkardığını, halının altına süpürdüğünü görüyoruz.
Taşeron işçiliği uygulaması, bu kötü yönetim örneklerinden biridir. Devlet memurları, 1930'ların hukuksal düzenlemeleri sonucu performans ilkesinden muaf olunca kamu sektöründe verimlilik en aza inmiş, toplumsal şikayetler ise tavan yapmıştı.

1980'lerin neoliberal politikasının mottosu, devletin küçültülmesi sivil toplumun gelişmesiydi. Bir hareketin motivasyonu kendi içinden gelmiyorsa orada beklenen verim gerçekleşmiyor.
Kadroya geçene kadar iş, yetenek, performans, iş ahlakı konularında her türlü taahhüdü veren işçi adayımız, isteği gerçekleşince kısa sürede yerleşik kültüre uyum sağlıyor; hedef, işe girmek olduğundan işe girdikten sonra bütün motivasyonunu kaybediyordu. Tabi ki istisnalar var.
Kamu kurumunun ana faaliyet alanı dışındaki güvenlik, temizlik, ulaşım gibi hizmetlerin kurum dışından sağlanabileceğine ilişkin düzenleme çıktıktan sonra tedricen kurumların asli personel sayısı donuyor ve büyüyen iş hacmine karşılık artmıyordu. İşte verimlilik harikası.
ABD'nin yurt dışı tüm askeri operasyonlarını özelleştirmesi ve güvenlik şirketlerine ihale etmesi, aşırı bir örnek olarak halen geçerliliğini sürdürmektedir.
Kamu ihale kurumunun işçilik ihalelerinde kıdem tazminatını bir gider unsuru olarak yaklaşık maliyetin içine koymuyor oluşu, gerçek bir hakkın gözlerini kapamak suretiyle yokmuş muamelesi görmesine güzel bir örnektir.
İşin sürekliliğinde yılı tamamlamayarak kusur meydana getirmek, iş hukukunu bypass etmek. Buradan huzur, barış, esenlik, kul hakkı çıkar mı? Yanlış hesap Bağdat'tan döner, döndü de nitekim tamam da; bu şekilde bir yanlışı düzeltiyoruz, temel sorunu çözmüş olmuyoruz;
İşçinin işini yapma anlamında işine sahip çıkmasını, iç motivasyon taşımasını, işçinin verimliliğini hangi model ya da yöntemlerle artıracağız, sırada ne var?

18 Aralık 2017 Pazartesi

Nebukadnezar üzerine

Paylaştığım resim, Willian Blake isimli İngiliz bir ressam tarafından çizilmiş. Tabloda resmedilen 'hayvansı', Babil Kralı Nebukadnezar'dır.
Nebukadnezar, Kudüs'ü feth edip Yahudi Krallığını yıkarak kentte bulunan İsrailoğullarını sürgün etmiş ve Yahudilerin günümüze değin sürecek diasporalarını başlatmıştı. Dört ayaklı bir hayvan gibi çizilmesinin arkasında "sen öyle yaptın, ben/biz de seni böyle aşağılarız" gibi bir mantık olduğu kanaatindeyim. Ayrıca İncil'de Nebukadnezar'dan gördüğü bir rüya bağlamında söz edilir. Buna göre Nebukadnezar, bir gece, gördüğü bir kabusun etkisi ile uyanıp rüya tabircilerini huzuruna çağırır. Bu rüya tabircileri, Nebukadnezar'ın konuştuğu dili bilmeyen Aramice konuşan bir topluluktur. Geldiklerinde Nebukadnezar, bir rüya gördüğünü ancak kendisi hazır olup tabircilerin de huzura gelmelerine doğru geçen zaman içinde rüyayı unuttuğunu; ekipten kendisine hem rüyayı hatırlatmalarını hem de onu tabir etmelerini ister. Tabirciler arasında dehşet verici bakışmalar yaşandığını tahmin ediyoruz... Ekibin başı, mütevazı bir adam. Bu isteği, misyonlarını anlatarak geçiştirmek ister: "Efendimiz, bizlerin ilmi, rüyaları tabir etmektir. Biz ancak bize anlatılan rüyayı tabir ederiz. Başkaca bir bilgimiz yoktur" biçimindeki açıklayıcı ifadesi Nebukadnezar nezdinde bir karşılık bulmaz, kral olduğunu hatırlatıp motive olmaları için dönemin imkanları çerçevesinde tehditler savurur: Rüyayı hatırlatma ve tabir etme işlerini birlikte yapmazlar ise kafalarını bir daha boyunları üzerinde göremeyeceklerdir. Muhtemelen cümle bitiminde başlamış olan ölümcül sessizliği daha sonra peygamber sıfatını da alacak olan genç Danyal'ın ayak sesleri bozacaktır. Danyal, konuşma müsaadesi ister ve hem rüyayı anlatır hem de onu tabir eder. Hz. Danyal, Kudüs sürgünü kapsamında bizzat Nebukadnezar tarafından seçilerek yetiştirilmek üzere saraya alınan bir kaç gençten biridir. Bu olaydan sonra Babil Hakimi olacak ve yıllar sonra Tarsus'ta vefat edecektir.
Neyse biz yine Nebukadnezar'a dönelim. Analoji yaparsak bu kıssa ile Nebukadnezar'ın, iş dünyasında pozisyonunun verdiği yetki veya avantajı, sonuna kadar kullanan insanlardan olduğunu görüyoruz. Bu gün de çok sayıda yönetici var; benzer değer yargılarına sahip. Taleplerinin makul olup olmadığına bakmadan "istiyorum, çünkü yönetici benim" diyen. Ben bunların bir kısmı ile çalıştım. Büyük resim okuması yapmaktan hoşlanan ve herhangi bir konuda yeterince uzmanlık sahibi olmayan insanlardı.
Tarihte bir çok fatih, bir yerleri feth ettiği için bu ünvanı aldı. Kralların tarih boyunca bir misyonu da toprak almak, fethe çıkmaktır. Nebukadnezar'ın, Yahudileri Sürgün etmesinin Yahudi dinine düşmanlığından değildir. Süleyman Mabedini yıktırması, sürgüne gönderdiği Yahudilerin geri dönüş gerekçelerini ortadan kaldırmak içindir. Ayrıca sürgün ettiği Yahudileri, ülkesinin görece tenha yerlerinde iskan etmiş ve Kudüs'te sürgüne gönderilenlerin yerine kimseyi yerleştirmemiştir.
Gelelim Nebukadnezar'ın romantik yönüne: Bu dört ayaklı hayvansı görüntüyle resmedilen Nebukadnezar, yurt hasreti çeken eşi Semiramis'i memnun etmek için Babil Şehrinde üzüm yetiştiriciliğini geliştirmiş ve Babil şehrini asma bahçeleri ile donatarak şehrin bu yönü ile meşhur olmasını sağlamıştı.
Son olarak Matrix filminin Nebukadnezar'ın rüyası üzerine kurgulandığı düşünülüyor. Filmin kadın oyuncusu Trinity vurulunca dehşetle uyanan Neo, bunun bir rüya olduğunu anlar. Uykudan uyanan Neonun filmde bindiği geminin (Morpheus'un gemisinin) adı da Nebukadnezar'dır. Filmin sonunda bu gemi patlatılmıştır. Aslında yok edilen / yok edilmeye çalışılan, Gemi'nin indindeki Kral Nebukadnezar'dır.

17 Aralık 2017 Pazar

Avusturya Hakkında

Avusturya'da yeni kurulan hükümetin programında Türkiye'nin AB süreci ile ilgili dışlayıcı bir politika izleyeceğine dair beyanlar yer aldı. Haliyle Türk Dışişleri ile Başmüzakereci Ömer Çelik, protesto niteliğinde açıklayıcı yazılı beyanlarda bulundular.
Dikkatinizi Avusturya'nın davranışına çekmek istiyorum.
Küçücük Avusturya'nın bizimle ne alıp vermediği olabilir?
Tarihin bir işlevi de içinde doğduğumuz toplumun, dost ve düşmanlarını hiç bir emek harcayıp efor sarf etmeden bize göstermesidir. Bu anlamda Avusturya, Rusya ve İngiltere, Türk toplumuna yönelik geleneksel tehdidin kaynağıdır. (*)
Türkiye, iki kez Viyana'yı kuşatmış, kendi kıtasında emperyal bir güç olan Avusturya ile defalarca savaşmış; Devleti Aliye'nin mirasçısı, ardılıdır. Avusturya kültüründe düşman deyince ilk akla gelendir, Türkiye.
Uzun yıllar Osmanlı için Avrupa ile savaş, Avusturya ile savaş demektir. Avusturya, ihtiyaç duyduğunda Avrupalı başka devletlerden askeri destek alarak karşımıza çıkacaktır.
Avrupa'nın neredeyse son bin yıldır en muktedir devletlerinden biri, Habsburg ailesinin yönettiği Avusturya idi. Zaman içinde etki alanı, İspanya'yı kapsayacak şekilde genişleyen Avusturya, Macarları kaybetmemek için yıkılışa doğru adını Avusturya Macaristan olarak revize de edecektir.
"Şİmdi o günlerden hiç bir eser yok..."
Hafızamız, olayları hatırlarken duygularımızı da yeniden yaşatır bize. Bunun nedeni, geçmişte yaşananların olay ile olay karşısında geliştirdiğimiz duyguların birlikte eşleştirilerek kodlanmış olmasıdır. Ancak zaman içinde olayın içeriği boşalır, unutulur; yalnızca sembolik adı geride kalır; o kelime ile nedenini bilmediğiniz anlamları tevarüs ettiğinizi fark edersiniz. Stereotipler (basmakalıp, yaygın kullanım), Genellemeler böyle oluşur. Türk kelimesi, aile adı, Bayburtlular vs. gibi.
Avusturya devletini yönetenler, Türkiye kelimesini duyduklarında bir yandan nefretle dolmakta öte yandan kendilerinde 17. yüzyılda bulunan emperyal refleksleri yeniden hissetmektedirler. Olayın geçici bir süre için de olsa keyif veren; aynadaki bugünkü aksini, geçmişin devasa görüntüsü ile takas eden psikoloji budur.
Bizim davranışlarımızın yönü ve şiddeti de Avusturya'nın bu tek kişilik gösterisinde belirleyici olur. Avusturya'nın tepkisini abartmadan, hatta bunu Avusturya'nın tepkisi olarak görme kolaycılığından kaçınarak hükümet kurmak isteyen iki grubun projesi olarak nitelemek, Avusturya Hükümetine kendi halkı dışında kimsenin (Avrupa'nın değil mesela, Hristiyanlığın değil) temsilcisi olmadıklarını hatırlatmak, gülmek, eğlenmek, Antalya'da turizme çağırmak hoş olur kanaatindeyim.
(*) Bugün Türkiye sokaklarındaki Türklere düşmanımız kim diye sorsanız, büyük oranda ABD cevabını alırsınız. Bu, modern zamanlara ait bir gelişme olarak çeşitli şekillerde yarınlara aktarılmaktadır.

16 Aralık 2017 Cumartesi

Faiz Artıyor mu?

Merkez Bankasının Aralık Ayı toplantısında Geç Likidite Penceresi faiz oranını 50 baz puan arttırması, yazılı medyanın manşetlerine "Merkez, faiz arttırdı" biçiminde bir yorumla taşındı. 'Bu doğru mu', 'Orda neler oluyor' konularına açıklık getirmek istedim.
Geç Likidite Penceresi, mali sistemin sigortası olarak 2002 yılında tasarlandı. GLP uygulamasının; o günden 2016 yılının son çeyreğine dek, günlük yükümlülüklerini yerine getirme konusunda zorluk çeken bankaları, faiz miktarını yüksek tutarak uyarmak ve fakat fonlama da yaparak pozisyon zafiyetlerinin bankacılık sistemine zarar vermesini önlemek gibi sınırlı bir midyonu/işlevi vardı.
Merkez Bankası, geçen yıl Kasım ayında başlayan döviz kurundaki ani ve sürekli yükseliş hareketini kırmak için bankaları fonlamayı tedricen bıraktı. Ancak GLP kanalı, sistemin sigortası olduğundan açık tutuldu, yani pozisyon kapatamayan, borcunu ödeyemeyen, günlük yükümlülüklerini karşılama konusunda zafiyet gösteren bankalara yardımcı olmak misyonunu karşılamaya devam edildi. Merkezin bu yol ile bir diğer amacı, Merkez'in fonlama imkanlarına güvenip dövizde pozisyon almış bankalara; ihtiyaçları olan TL'yi döviz satarak karşılama, temin etme konusunda yönlendirmekti. Ayrıca zaten politika faizinin üzerinde olan GLP faizleri, bankalar bu imkanı ana arter gibi kullanmasınlar diye tedricen arttırıldı. Böylece Merkez, bankaları piyasaya döviz satma konusunda teşvik etmiş oluyordu ki bu politika, o dönem sıkça sözü edilen -gerçekte varlığı şüpheli- döviz talebini de karşılayıp kurlar üzerindeki baskıyı çözecek bir işlev görecekti. Merkez ayrıca döviz mevduatın zorunlu karşılıklarını düşürerek mali sektörün bu senaryoya olumlu katılımı için ön finans imkanı da sağlamıştır.
Dans, tek kişiyle olmuyor. Merkez, Bankaları kendi senaryosuna uygun davranma konusunda ikna edememiş olacak ki; Bankalar, GLP aracını kullanmayı döviz bozmaya tercih ettiler. ("Sakın anneme reklamcı olduğumu söylemeyin, o beni genelevde piyanist sanıyor" sendromu. Kar merkezli Banka yönetiminin performansı, etiğe tercih ettiği anlaşılıyor.) Merkez, bankaların kullandığı GLP kredi hacimlerini açıklamadığından detayını bilmiyoruz ancak tedricen GLP faizlerini yükseltmesinden anlaşılıyor ki, burada TL fon talebi artarak sürüyor.

"Ortalama fon maliyeti" diye bir kavram var. Merkez Bankasının Bankalara hangi kanaldan ne kadar ve hangi faizle kaynak aktardığını gösteren bilginin toplanarak ortalamalarla ifade edilmesini kapsıyor.
Öteden beri medya ve ekonomi çevreleri, bu ortalama rakamın gerçekten de fon maliyeti olduğunu zannettiler. Bu rakam, Türkiye'deki ekonomik ilişkilerin hasıl ettiği reel faizmiş değil ki. "Ortalama fon maliyeti arttı, azaldı." söylemlerini fütursuzca kullandılar. Oysa durum hiç de göründüğü gibi değil.
Bir kere bu adlandırmayı Merkez Bankası yapıyor. Merkezin muhatabı bir kişi değil, bir kitle. Merkez bu kitleyi oluşturan bankalara, değişik yöntem ve değişen faiz oranları ile kaynak sağlıyor. Bütün bu alış veriş konsolide edildiğinde (bir araya getirildiğinde) ortaya çıkan ortalama faiz, Merkez Bankası'nın ortalama karıdır. Her banka Merkez'den kullandığı yöntem ve kaynak miktarınca faiz ödemiş oluyor. Yani kitleyi oluşturan her bir bankanın maliyeti, bir diğerinden farklı.
Ortalama fon maliyetinin artması ya da azalması, muhatap bankaların o anki pozisyon, yükümlülük ihtiyaçlarının bir tezahürü, ekonominin gidişatı konusunda bir fikir vermiyor, ilgisi yok.
Bir süredir Merkez, GLP dışında bütün fonlama imkanlarını durdurmuş durumda. GLP'de ilk iletide beyan ettiğim, pencereden uzak tutma, döviz bozdurma amaçlı GLP faiz artışlarını, ülkede faizler artıyor çünkü ortalama fon maliyeti artıyor diye görmek ne kadar mantıklı. Bence değil. Hiç değil, hatta.
Üstelik bu iddianın arkasında örtük olarak bir finansal kuruluş olan bankaların Merkez'den GLP yolu ile temin ettikleri fonları, hesap kapama dışında sanki plasmana (kredi kullandırmasına) konu ettikleri gibi bir ima da var ki tam bir fecaat.

15 Aralık 2017 Cuma

Ya Kayyum Başa, ya Kuzgun Leşe

"Kudüs, üç Din'in birlikte barış içinde yaşayabileceği bir şehirmiş" Öyle diyorlar... Bu ifadenin eksik öncülü, Kudüs'ün ancak Müslümanların idaresinde herkes için yaşanabilir bir şehir olduğu gerçeğidir.
Hristiyan yöneticiler, Haçlı Seferleri ile bütün bir 12. yüzyıl boyunca;
Yahudi idareciler de son yetmiş yıldır uyguladıkları başarılı şiddet performansları ile toplum yönetme sanatından bihaber olduklarını ortaya koymuş oldular. İtina ile her nevi acı ve kötülük üretimi yapabiliyorlar.
Bunları görüp bildikten sonra tevazu olsun diye mi kendimizi de kirli sepetine koyup üstümüze çamaşır makinasının çalıştıracağız. Aşırı tevazu kibirdendir. Hayır, birilerine şirin görünmek çabası için kendi kültürümüzü zalimlerle bir tutan yaklaşımlara prim vermeyeceğiz.
Tarih, iktidarın Müslümanlarda olduğu dönem boyunca bölgede huzur ve sükunun sağlandığını ortaya koyuyor.

14 Aralık 2017 Perşembe

Arafat'ın hatasını evrensel bir doğru haline getirmeyelim

Kudüs'ün İsrailin başkenti olarak tanınmasını protesto ettiğimiz bu günlerde Müteveffa Yaser Arafat'ın 'Ermenileri Türkler karşısında mağdur bulan ve yanlarında olduğunu' açıklayan bir beyanının, okuyup aydınlanmamız için bir görsel formatında estetize ederek yayınlandığını gördüm. 'Bunlar için değmez' mesajını verdiğini algıladığım bu tespite katılmıyorum.
Her türlü söylemi, zaman ve zemin ile bağlantılı olarak yorumlamak gerekir. Arafat'ın bu sözünü de bütün zaman ve zeminler üstü; evrensel bir doğru, rafine bir kanaat takdimi olarak almak neden doğru olsun? Hangi nedenle? Açık ki, Ermeni tarafını tuttuğunu ifade eden beyan, orada toplumu için bir çıkar elde etmek üzere kurgulanmış bir gönül alma ibaresidir ve Türk tarafını incitmiş olmayı kaale almamaktadır.
Bu, biz Türkler için çok sürpriz bir durum mudur? Kanaatimce hayır. Türkiye ve Türkler, tarih boyunca küvezlik yaptığı hangi milletin devlet adamından teşekkür almıştır ki, Arafat'tan alsın? Onlar, Türkiye ve Türklere, vur abalıya diyerek kimi kazanımlar elde edebileceklerini düşünüyorlar.
Arafat, bu söylemi ile sonuç alabilmiş midir? , Filistinlilerin perişan durumu devam ettiğine göre alamamış benziyor.
Annelerin, çocuklarına karşı tolerans eşiği çok yüksektir. Osmanlı bakiyesi tüm milletler, annelerini inkar eden çocuklara benziyor. Onları bizden koparan emperyal irade, hepsini Mankurt yaptı. Böyle baktığımda zehirli, kışkırtıcı söylemlerin zihnimde  duygusal bir karşılığı oluşmuyor. Eyleme bakıyorum, söylemle tutarlılığı var mı diye. Yoksa, takılma etkisi yaratacak stratejik bir beyan olmadığı sonucuna varıyorum.
Bizim de Arafat'ın bu söylemine 'son ve kati bir kanaat' ya da Filistin halkının ortak değerlendirmesi muamelesi yapmamızın her iki taraf için de doğru ve yararlı olmayacağını düşünüyorum.

21 Kasım 2017 Salı

Mübadele

“…Babamı, birlikte olduğumuz yıllarda değil, hep yaşadıkça, onun yaşına geldikçe anladım. Yaptığımız işler birbirini tutsa da tutmasa da, öfkelerimizle sevgilerimizle yine de baba oğul olduğumuzu, yakınlıklarımızı sezdim, öyle sevdim.
Kurtuluş savaşının haberlerini hep Kur'an okuyarak, dua ederek izledi. Savaşın kazanılmasından neler beklediğini hiç bir zaman açık açık söylemedi. Fakat Florina'nın, Selâniğin bütün o camili, bağdadi evli, müslüman Makedonya topraklarının Osmanlılardan kopması, çok değil daha on yıllık hikâyeydi. Balkan Savaşı, İkinci Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı birbirlerini izleyen savaşlardı onun gözünde, ilkinde, ikincisinde yenilmiştik ama savaş daha bitmemişti, sürüyordu. Sonunda kazanmıştık işte. İçinden içinden ordularımızın ilk iki savaşta yitirilen yerleri geri alacağı umudunda olmalıydı. Yunanlıların eline geçmiş bile olsa Florina' yı Osmanlı kasabası olarak görüyordu hâlâ. Tam, kendi bildiğinden başka doğru tanımayan, dik kafalı Rumelililerdendi o. Yenilgiyi hiç bir zaman kabullenmemişti...
Lozan Andlaşması imzalanıp da, Batı Trakya Türkleri olarak bizlerin Batı Anadolu Rumları ile yer değiştireceğimiz duyulunca inanmak istemedi. «Olmaz öyle şey!» diyordu. Haber kesinlik kazanınca «Ben Florina'dan ayrılmam» diye tutturdu. «Bre baba, bre İbrahim Efendi, yapma etme, geçti o günler, unuttun mu üç yıldır çektiklerimizi. Yunanlılar Anadoludayken Ordumuz nerede, hükümetimiz nerde, biz de orda. Bize orası yakışır...» dedik. Ben söyledim, dostları söyledi, dinletemedik. Bir yandan da yol hazırlıklarımız ilerledi. Bir gün evimizi Bursa'nın yakın bir köyünden gelen görmüş geçirmiş bir Rum ailesine teslim ettik. Yola çıktık.
Babam, Selâniğe kadar ağzını açmadı. Trenin penceresinden Makedonya topraklarına, dağlara taşlara baktı durdu. Meşe ağacından yüksek arkalıklı bir koltuğu vardı. Selanik'te vapura bineceğimiz gün, yolculukla ilgili işlemleri tamamlarken, yorulmasın diye, gümrüğün rıhtıma inen merdivenleri önünde, koltuğuna oturtmuştuk onu. Koltuğunda yine öyle dalgın, tek söz etmeden bekliyordu. Vapura geçeceğimiz sırada birden, gerisinde, iki eliyle kavradı rıhtım merdivenlerinin parmaklıklarını. Doksan üç yaşındaydı. Hâlâ güçlü kuvvetliydi. Ben, Fehim Çavuş, Salih Bey, ellerini çözemedik bir türlü parmaklıklardan. Benim yerim Florina, diyordu. Ölülerimi kimsesiz bırakamam! Toprağımı bırakamam! Siz gidin, bindirin beni trene, Florina'ya geri döneyim, Fiorina'da öleyim...» Vapur kalktı kalkacak, söz anlamıyordu. Zorlukla, sonunda üç kişi koltuğu ile yerden havalandırdık, ayırdık ellerini parmaklıklardan. Ayırdık ama ayaklarına felç inmişti. Vapura, koltuğunda, elden ayaktan kesilmiş olarak bindi. Aklı yerindeydi, eskisi gibi rahat konuşuyordu. Göçmen olarak Urla'ya yerleştik. Urla'da üç yıl yatağında sılasını yaşadı. Baktığı yerden gözlerini ayırmadan sık sık dalar giderdi. Arada, kendini tutamadığı sıralarda «Ah, Florina'yı bırakmayacaktım, Florina'da ölecektim!» dedikçe, artık gölgelenmeye başlayan bakışlarında, cins atlar gibi, geniş sağrılı dik omuzlu dağlarının izdüşümleriyle Makedonya göklerinin ışığı yansır, yüzü bulutlardan sıyrılmış gibi aydınlanırdı.”
Necati Cumalı, Makedonya 1900

19 Kasım 2017 Pazar

Haydar Kazgan'dan arta kalanlar -2


“…Osmanlı dış ticaret açığı veriyor. Bunun büyük bir sebebi de silah alımı. Clemenceau (Klimanso, dönemin Fransız Başbakanı), Sevr'den önce Damat Ferit Paşa'ya, “1800'den 1917'ye kadar 117 senede 57 sene savaş yapmışınız,  1 milyon insanı üretim dışı bırakmışınız. Eğer siz İngiltere gibi olsanız, İngiltere altı sene harp yapmış ve 60 bin asker kullanmış, en kötü şartlarda bu insanların yarısını tarımda bıraksaydınız, sizin bugün ne borcunuz olurdu, ne de başka şey." Yalnız o değil tabii, bir de bu insanlara silah alınmış. Maalesef Osmanlı İmparatorluğu'nun silah rakamlan elimizde yok, ne kadar silah ithal etmiş bilinmiyor. Fakat ordu rakamlarından anlıyoruz ki, dış ticaret açığının büyük bir kısmı silah alımından kaynaklanıyor. Bu nasıl kapatılıyor? Biliyorsunuz 1854 ve 1856'da alınan ilk iki borcun şartı vardır, silah alma karşılığında verilmiştir. Yani Kırım Harbi sırasında Osmanlı ordusunu tekrar çağdaş bir ordu haline getirmek için kredi verilmiştir. Borçlara baktığımızda, hiçbir zaman bu borçların dış ticaret açığını, tediye bilançosunu kapatacak güçte olmadığını görürüz. Demek ki, gizli bir gelir var. Bu, 1914'e kadar devam ediyor. Bu zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu, merkantilist gelirle yaşıyor. Bunun içinde Osmanlı Ordularının yaptığı savaşların giderleri de var. Biliyorsunuz, Ruslar Ayastefanos'a (Yeşilköy) gelir, 1877 muharebesinde bir şart koşarlar, "Ya tazminat verirsiniz ya da İstanbul'u işgal ederiz," derler.  İstanbul'daki merkantilist tüccarlar, bankerler de dahil, toplanıp aralarında görüşme yaparlar. "Bu parayı biz vereceğiz," derler ve Ruslar'ı içeri sokmazlar. Bilirler ki, Ruslar içeri girerse başka şeyler de olacak. Galata esnafı toplanır, parayı toplar, verir.”

Haydar Kazgan, Salı Toplantıları: İstanbul’un dört çağı, sh. 99-100

Haydar Kazgan'dan arta kalanlar - 1


"...Osmanlı İmparatorluğu, Türk-İslam insanını 600 sene üretimden uzak tutmuş. Osmanlı İmparatorluğu aşağı yukarı fetihten beri yalnız İslam Türkleri'ni değil, devşirme yoluyla Hıristiyan ailelerinin çocuklarını da almış, asker yapmış. Şimdi ilk defa olarak, Türkiye 1960'lardan bu yana sivil toplum oluyor. Yani insanlar askerlik dışı becerilerde ve işlerde çalışmak üzere, bilerek veya bilmeyerek, ilk defa olarak Anadolu'dan İstanbul'a gelmek istiyorlar. Bu çok önemli. Türk toplumundaki en büyük değişme burada. Bugün Türkiye'de öyle bir duruma geldik ki, bu insanların ikinci nesli Paris'te, Londra'da dolaşıyor, ihracat yapıyor. Reji müdürü hatıralarında şöyle bir olay anlatıyor: "Samsun'daki tütün imalathanesine işçi filan alacağız, bir de silahlı bekçi alacağız. Bunları topladık. İmtihana 500 kişi kadar gelmişler, 50-60 kişi alınacak. Nasıl seçeceğiz? Dediler ki, bunlara matematik soralım. İnanır mısınız, o gelen 500 kişiden hiç birisi kerrat cetvelini bilmiyordu. Ne yapalım tüfek atışı yapalım, bir hedef koyduk, herkes on ikiden vurdu. Şimdi toplum buymuş, kerrat cetvelini bilmiyor, ama on ikiden vuruyor. Bunu değiştirmek lazım. Türkiye'de bunu değiştirmek için, geçmişin verdiği birtakım şeyler var. Bunların faturasını yani, bütün bu İstanbul'a yığılmalar, sivil toplum olmanın bedelini şimdi ödüyoruz. Agop Paşa maliye nazırıyken, "Ya, şu Harbiye Nazırına kerrat cetvelini değil ama faiz hesabını öğretebilsem. Aldığı avanslar için ne kadar faiz ödediğimizi, bir turlu öğretemedim," diyor. Şimdi böyle değil. Türkiye'de kapıcılar bile, sabah, parasıyla döviz alıyor, akşama satıyor. Artık uyandı Türk. Bu uyanmadan da korkmamak lazım. Aydın kesim bu uyanmadan da korkuyor..."

Haydar Kazgan, Salı Toplantıları: İstanbul’un dört çağı, sh. 114

10 Kasım 2017 Cuma

Döviz Operasyonunun 2017 versiyonu

Bankalar, geçen yılın Kasım ayında ülkemizin kur üzerinden yurt dışı kaynaklı bir operasyona tabi tutulduğunu anlamış olmalılar ki, sahip oldukları döviz pozisyonlarını hükümetin ve Merkez Bankasının 'döviz varlıklarınızı satın' tavsiyesine rağmen satmamış, korumuşlardı. Bunu nereden biliyoruz? Çünkü Merkez Bankası; Bankaları, dövizlerini satmaya zorlamak için TL edinme yollarına engeller getirmişti: Repo ihalelerini iptal etmiş, Geç Likidite Penceresi (GLP)'nden verdiği fonl...arın faizini yükselmişti. Daha önce Bankalar için prestij kaybı anlamına gelen bir işlem olan GLP, arada yapılan ilave faiz (maliyet) artışına rağmen Kasım 2016'dan kurun düştüğü Eylül 2017 dönemine kadar aktif bir biçimde kullanılmıştı, hala kullanılıyor.

Bütün bu dönem boyunca Bankaların döviz pozisyonlarını değiştirmeyerek yüksek faiz ödemek suretiyle Merkez Bankasına borçlanmalarını, operasyonun her an yeniden başlayabileceği kaygısından başka ne ile izah edebiliriz? Finansal kurumlardaki bu öngörünün devlet bürokrasisi açısından sürpriz bir bilgi olduğu kanaatinde değilim. Ancak varlık fonunun geçmiş bir yılı, etkin bir şekilde değerlendiremediğini düşünüyorum. (Fon, birkaç işlem yapıp likit olsaydı, mali piyasaların regülasyonunda misyon yüklenebilirdi.) Merkez Bankası, Bankaların pozisyonlarını bozarak TL'yi geçmelerini istiyorsa GLP'yi, şimdiki oranı olan %12,25'ten, %18-20'lere çıkarmalı ki, hala TL borçlanmak cazip olmasın. Ancak geçen yılın Kasım ayından bu güne; döviz pozisyonlarını korumanın, Bankaları abad etmese de varlıklarını güvence altına aldığını unutmayalım. Şimdi öngörülen pozisyon değişikliği ile yurt dışı kaynaklı olduğunu tahmin ettiğimiz operasyon, başarısızlığa uğratılacak mıdır? Merkez Bankası'nın Bankaları riske eden bir tutum içinde olmayacağı kanaatindeyim.

İdeal ve kalıcı olan, Merkez Bankası ile BDDK'nın, döviz spekülasyonuna yol açan aktör ve kullandıkları yöntemleri ortaya çıkarmalarıydı. Bu yapılmadığı müddetçe vücutta enfeksiyon bitmez

17 Ekim 2017 Salı

Ahmet Ağaoğlu'nun gözüyle mütarake İstanbul'u

Ahmet Ağaoğlu, Paris Konferansına gitmek üzere bir heyetle birlikte 8 Aralık 1918'de Bakü'den ayrılır, önce karmakarışık durumda bulduğu Batum'a gelir. "Sokaklar hep İngiliz ve Türk zabitleri ve askerleriyle dolu; her yerde pek acı olan teslim ve tesellüm muamelesi yapılıyor. İngilizler silahla beraber askerlerimizin elinde ne varsa almaya çalışıyorlar. Yerli halk bundan çok müteessirdir, çok ağlayanlar gördüm..."
Batum'dan gemiyle İstanbul'a gelen grubu, İngiliz askerleri zorla İngiliz Konsolosluğuna götürürlerse de gece saatin onbir olması bakımdan işlem yapmayıp ertesi gün geri gelmeleri koşulu ile salıverirler. Ağaoğlu'nun ailesi Şehzadebaşı'nda ikamet etmektedir. Bir araba tutar, evine giderken gördüklerini anlatır:
"İstanbul'un göğü kara bulutlar ile kapalı. Şiddetli ve fırtınalı bir yağmur şehri yıkamış, ıslatmış artık yağmur dinmişti.
Buna rağmen Beyoğlu tarafı, şen şatırdı. Bütün evler, mağazalar, oteller ve lokantalar sanki büyük bir bayram imiş gibi donatılmıştı. İngiliz, Fransız ve Yunan bayrakları, evlerin pencerelerinden mağazaların kapılarından sarkıyor; sokaklar baştan başa halkla dolu. Gezenler arasında hali elbiseleri ile kibirli ve gururlu yürüyüşleriyle herkesin dikkatini çeken İngiliz zabitleri kızgın kızgın konuşuyorlar, küfürler savuran Fransız askerleri, sarhoş Yunan bahriyeleri, ötekine berikine çatıyorlar, ara sıra bir Fransız müfrezesi, mızıka ile sokaktan geçiyor, halk alkışlıyor, "Yaşasın Fransa, Yaşasın İngiltere, yaşasın Yunanistan" bağırtıları kopuyor. Bazen bir kafile genç Rumlar, vatansever şarkılar okuyarak halkın içinden geçiyor ve bütün evlerin pencerelerinden dükkan ve mağazalardan "zito, zito" nidaları yükseliyordu.
Sokaklarda fesli hemen yok gibidir. Ara sıra yolunu şaşırmış bir fesli görünürse de hemen saklanmaya, karanlık yan sokaklardan birisine savuşmaya çalışıyor. Vaktinde bunu yapamayanın fesi alınıyor ve bindir gülmeler, kahkahalar ve hakaretler arasında parçalanarak havaya savruluyor.
Şehrin Beyoğlu kısmı eğlencelere dalmışken Haliç'in öteki tarafı başka bir manzara gösteriyordu. Eminönü'nden Topkapı'ya ve Eyüp'e kadar bütün o geniş saha sanki bir mezar kesilmişti. Sokaklar derin bir karanlık içine çökmüş kimseye rast gelinmiyordu. Kapanmış kafeslerden gelen sönük ışıklar, mezarlar üzerinde yanan kandilleri andırıyordu. İnsan sesi işitilmiyordu. Ara sıra terk edilmiş bir kedinin acı miyavlamaları, sahipsiz köpeklerin ümitsiz havlamaları, insana anlatılması güç bir vahşet hissi veriyordu. İstanbul sanki yerin dibine girmiş Yenikapı'dan Eyüp'e kadar sıralanan o muhteşem abideler, eski harabeler arasında yıkılmış mabetlerin enkazlarını andırıyordu. Bu ıslak hava, bu boş ve karanlık sokaklar, mabetleri bürümüş bu elem, ardı arkası gelmeyecek bir felaket ve matem hissi ile insanı içinden ürpertiyordu, fakat bu yalnız bir matem de değildi: Evlerine tıkanmış, hariçle alakayı kesmiş Türkler, dünyadan da saklanıyorlar, insanlardan da çekiniyorlardı! Evet! Haricin beriki tarafı hem utanıyor, hem içinden kendisini yiyor! Ve bu hal onun sokaklarının taşlarında, evlerinin kafeslerinde, camilerinin şerefelerinde apaçık gözükmekte idi! Her şey başını aşağıya dikmiş, çekiniyor ve içinden ağlıyor! Ben de aylardan beri ayrıldığım aileme utanarak, ağlayarak kavuştum."
Ahmet Ağaoğlu, Mütareke ve Sürgün Hatıraları, sh.48-49

29 Eylül 2017 Cuma

Konuşma Terapisi

İster psikolojik isterse fizyolojik sorunlar olsun; yaşadığımız dünya ile uyumumuz bozulduğunda (hastalandığımızda), yeniden denge haline ulaşabilmek (iyileşmek) için başvurabileceğimiz İki temel yöntem var:
-Bitkisel ya da sentetik yolla üretilmiş kimyasal maddelerin vücuda kazandırılmasını ifade eden ilaç kullanımı,
-konuşma terapisi.
Genel sağlık sistemi; kurumları, teşhis ve tedavi yöntemleri itibariyle ilaç kullanımını esas alan yöntem üzerine odaklan...mış durumda.
Sonuçlar üzerinde olumlu etkisi olduğu bilinmesine rağmen nasıl iyileştirdiğinin belirlenmesi konusunda uzmanlar arasında tam bir mutabakat bulunmaması nedeniyle Hükümetlerce, halkın maddi, manevi aldatılma riskini bertaraf etmesi bakımından; şimdilik psikiyatri, psikoloji, koçluk ve psikolojik danışmanlık gibi profesyonel alanlar dışında konuşma terapisinin kurumlaşmasına yasal açıdan izin verilmemektedir.
Konuşma terapisi, insanın ağzından çıkanı kulağının duyması; sözün ifade (paylaşımı) edilmesi yolu ile başlayan ve anlamların yerine oturması ile derinleşen bir farkında oluş hali sunar. Konuştukça düğümlerimizi çözer, rahatlarız.
Henüz böbrek taşını düşürtecek uygun kelimeler ve söylenme sıklığı gibi konular bilinmese de olumlamanın ve konuşmak yolu ile rahatlamanın pek çok bedensel karşılığı olduğunu biliyoruz.

Müslüman Özgüvenine Yeni Bir Saldırı

Emperyalizmin travmatize ettiği islam toplumlarına dönük yeni bir saldırı, bu kez Müslüman etiketli iki araştırmacının çalışması olarak yayınlandı. Kötülüğü çoğaltmamak için araştırmayı kopyalayıp yapıştırmıyorum. Bu araştırmaya ilişkin genel bir değerlendirmeyi aşağıya aldım:

Yazı ile ilgili daha önceden Cat Stevens, Aliya İzzetbegoviç ve başka bazı Müslüman liderlere atıfta bulunarak yaptıklarına benzer bir şekilde "aynı teraneyi yeniden ambalajlayıp servis ettikleri" kanaatindeyim. Akademisyenlerin iyi niyetli olduklarını düşünmüyorum. Ümmetin genel olarak zaten yaralı, yeni inşa edilmekte olan bir özgüveni var, bunu sarsmak, tereddüte düşürmek, canımızı sıkmak, bizi savunmaya itmek istediklerini zannediyorum.
Basit bir örnekten hareketle yazıyı, mülteci olmuş bir Suriyeli, Arakanlı ya da Kuzey Iraklı bir Kürt okusa, metinde iddia edilen genellemelerle ne derece empati kurabilir? Biz ne yaşıyoruz, akademisyen ne anlatıyor?
Araştırma, İslam ülkelerinin ne kadar İslami olduğu üzerine kurgulanmış. Bir kere İslam ülkesi kavramını tanımlaması lazım: sosyolojik bir kavram mı? Siyasi bir kavram mı, hukuki bir kavram mı? Anlaşıldığı kadarıyla 4 grupta topladığı kriterlere göre hepsini birden ifade ediyor ama hemen belirteyim, aksini iddia edecek bir genişlikte tanımlasa da esas olarak dini bir kavramdan bahsetmiyoruz, İslam ülkesi deyince; sosyolojik bir kavram bu ve halkı Müslüman ülkeleri kapsıyor. (Resmi dini İslam, kendilerini İslam cumhuriyeti olarak ilan edenler filan önemsiz detaylar. )
Birinci önemli saptama, İslam ülkesi tabirinin dini değil sosyolojik bir tanım olduğudur. Bu durumda halkı Müslüman olmayan ülkelerin İslam ülkeleriyle İslamilik yarışmasına katılmasını sorgulamak lazım. Elmalarla armutları, aldıkları yağmur, güneş ve topraktaki mineralden dolayı mukayese edeceğiz. Bunun mantıksızlığını kayda geçirmek istiyorum.
İkinci önemli saptama, araştırmanın yapıldığı dönem itibariyle incelenen tüm ülkeler, sanki devlet olmaları karşılaştırma yapmaya yeterli imiş gibi eşit kabul edilerek analize tabi tutuluyor. Sömürgecilerle sömürülenler, yola yeni çıkanlarla çok önceden yolda olanlar, tarihte hiçbir sorun yaşamamış olanlarla kökü kazınmak istenen milletler/devletler, çok soğukkanlı bir biçimde karşılaştırılıyor. Bu yanlış. Bir çok gelişmiş batı ülkesinin tarihsel zirvesini yaşadığı hatta kimi kriterler itibariyle düşüşe geçtiği bir dönemde kim Yemen’in devlet ve toplum yapısının mukayese için ideal bir noktada olduğunu öne sürebilir? Yeni Zelanda, tarihin hangi döneminde Hindistan’ın gördüğü muamele ile karşılaştı? Bir mukayese yapmak için en uygun anın şimdi olduğunu kim söylüyor?
İkinci argüman da birinci argüman gibi farklı objelerin mukayesini anlatıyor.
Üçüncü olarak İslamilik indeksi ifadesi çok yanlış seçilmiş bir ifade. Buna insanilik indeksi deselerdi daha güzel olurdu ama o zaman tabi, bir özgüven saldırısı çıkmazdı. Neden İslamilik indeksi kriterlerinde şunlar yok, yeterince İslami mi değil bu kriterler:
Irkçılık, ırkçı siyasetin genel siyasete oranı
Mesela Suriye dağılıyor; indeksin üst sırasındaki kaç ülke Suriyeden kaç mülteci almış?
Başka yerlerden kaç mülteci almış?
Toplumun eğitim düzey dağılımları
GSMH büyüklüğü ve gelirin dağılımı, (gini katsayısı)
Halkın travmatik bir geçmişten gelmesi, mesela Türkiye için konuşalım, 1908-1923 arası en üst düzeyde alarm ve savaşla geçilmiş. Muazzam miktarda kitlesel içe göçler olmasına rağmen, 1927 nüfus sayımında 13 milyon çıkıyor ülke. Üstüne devrimler, kendi acılarını ifade edip travmasını çözememiş toplum, başta yazı olmak üzere kendini anlatacak araçlardan yoksun. Bütün bir Türkiye toplumu, kültürel açıdan kimlik krizine yuvarlanmış. Maişet derdi de var, tabi. Savaşlardan çıkmışsın, meslek bilen, sanatı olan mı var? Şaka değil, Türkiye toplumu, sosyolojik olarak 1950’den sonra şehre göç yolu ile şoktan çıkmış ancak 1980’den sonra kendini ifade etmeye –kısmen- başlamıştır. Bugün geldiğimiz nokta dengelendiğimiz bir nokta mı? Hayır. Kutsalı yitirip sembolik düzeye indirmiş aşırı seküler bir toplum. Devleti teste tabi tutup milleti mi yargılayacaklar şimdi bu akademisyenler? Valla ben kendi kriterlerinin yetersiz ve yanlı olduğunu düşünüyorum ancak ciddi işlem hataları da yapmış olabilirler, güvenmiyorum.
Mesela bu araştırma sonucunda İslam dünyasındaki son yüz yıllık bocalama, İngilizlere fatura ediliyor mu? Ya da ABD’ye hatta Fransa ve Rusya’ya? Çavuşesku, Stalin ne kadar milletlerinin medarı iftiharı ise Sukarno, Enver Sedat, Kaddafi, Saddam ve Esat da o kadar kendi toplumlarını temsil eder. Bunların pisliklerinin faturası, toplumlara ciro edilemez.

Kuzey Irak'a Ambargo

Mesut Barzani, bir çocukluk hayalini daha gerçekleştirerek dediği gibi referandum yaptı. Yalnızca Kürt olmayanların ve evet hayır seçeneklerinin sürekli yer değiştirdiğini algılayan disleksi hastalarının hayır oyuna basabileceği, sonucu belli bir oylamaydı. Şimdi Kuzey Irak halkının iradesi ortaya çıktı.
Barzani'lerin, "yahu, bu bir bağımsızlık ilanı değil, sadece referandumdur. Durumumuzda herhangi bir değişiklik yok" biçiminde demeç vermelerinin "Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?" sataşması dışında bir anlamı yoktur. Kendilerine yazık ettiler.
Şimdi İran, bölgenin kendine açılan hava yolu ile gümrük kapılarını kapadığını açıkladı. Türkiye de benzer bir yol izleyecek gibi duruyor. Irak da havalimanlarının ve gümrüklerin tarafına devrini istedi. Bölge kıskaca alınıyor. Yakında gıda ve nefes alamayacak hale gelecekler. Peki bu düğüm nasıl çözülecek? ABD'nin kimliği belirsiz uçaklarıyla silah dağıtması gibi bu defa da paraşütle gıda paketleri mi havada uçuşacak? Ne kadar bir süre bu mümkün olabilir? Mesut'uyla Neçirvan'ıyla "nesline münhasır bir iz" bırakan fertleriyle; Barzanilerin görevlerini bırakması, bölgeden sürgün gitmeleri halinde ancak bu tedbirler yumuşatılabilir. Barzani'nin denklemde bulunduğu tüm seçenekler, referandum gibi beklenmeyen başka yeni sürprizlere gebedir, Barzani'nin güvenilmezliği tescillenmiştir. 
"Başka ne yapsan, durum değişmez, mümkünü yok kardeşim.
Anxiyeten başladıysa normalleşiyorsun demektir."

Herkes yaptıklarını anlatır

  1. Malumunuz, insan takdir edilmek ister: Zekası, bilgisi, görgüsü, imkanları, yaptıkları ve de gücüyle...
    Kimsenin bilmediği başarılar, eksiklik duygusunu besler, tatmine ulaşmayı önler.
    Yapan, iyi ya da kötü fark etmez yaptığının kendisi sağken bilinmesini ister. Ölüm anı yaklaştığında gelen itiraflar, bu türdendir.
    Katillerin yeniden cinayet mahalline gitmelerinin, kendi kendilerini takdir etme, doyum yaşama amacına matuf olduğu söylenir.
    Osmanlının parçalanmasında etkili... olan Lawrence, Gertrude Bell, Sykes, Picot gibi ajanlar, yaptıklarının bilinmesini istedikleri için ya hatıralarını yazmışlar ya da fırsat bulamayıp çalışma evrakı bırakmışlardır.
    Bugünlerde Kuzey Irak'ta bağımsızlığa giden yolda Barzani'ye eskortluk edenler ile Suriye'de YPG, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve IŞİD gibi terör örgütlerini planlayıp, kuran, bunlara insan kaynağı temin edip onları eğiten ve bütün bunların sonucunda yeni bir bölge haritası elde etmek isteyen Amerikalı, İngiliz ajanların, görevlilerin kim olduklarını, çok değil bir kaç yıl sonra yaptıkları her şeyi ballandıra ballandıra anlatacakları hatıratlarından tanıyacağız.
    Bu dalganın püskürtüleceğini sezdiğimden dolayı sonuçtan ümitsiz değilim. Bizim tarafın, haşa kibir gibi yenilgi üzerinden alacağı bir ders olmadıkça, "Allah'ı kıyamete zorlamak" fikriyle itikadı bozmuş olanlara, Allah'ın başarı ödülünü vermeyeceği kanaatindeyim. Şüphesiz her şeyi en iyi Allah bilir.

Referandum sonrası politika

  1. Kuzey Irak Referandumu ile ulaşılan kararsız denge halini ancak Barzani ve diğer karar vericilerin görevlerini bırakıp bölgeyi terk etmeleri bozabilir:
    "Savaş ilan ederiz, ambargo uygularız" türü tehdit içeren söylemler; referandum öncesi, kamuoyu oluşturmak ve bu surette karar alıcıları referandumdan vaz geçirmek için kullanılabilirdi; öyle de yapıldı ancak referandum oldu, bitti; artık bu safha geçilmiştir.
    Artık söylem değil eylem zamanıdır. Anlatma değil gösterme aşamas...ıdır.
    Türkiye'nin bölgede askeri güç kullanması düşünülemez. Ana çözüm, fiili ambargodur. Kuzey Irak toplumunun, kıstırılmışlık ve yoksunluk hali, Barzani ve ekibinin izlediği strateji nedeniyle ortaya çıktığından oluşacak toplumsal tepki, Barzani'nin sürgün sürecini sağlayacak şekilde yönetilmelidir.
    Barzani'nin gidişi, Barzani'ye referandum kararı aldırmış çevreleri, kısa vadede sahada etkisiz bırakacak ve bölgede eski kararlı dengeye dönülmesini sağlayacaktır.
    Sonuç: Barzani'nin sürgünü, yüksek sesle konuşulur olmadan Kuzey Irak'ta sağlıklı bir çözüme yaklaşılamaz.

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Neden Müşteri oluruz?

Kadim kültürümüzün, müşteriyi velinimet olarak tanımlamasından anlıyoruz ki; müşteri olmak çok değerli bir statü. Neden öyle? Çünkü satıcı ve satıcının temsil ettiği evrenin merkezinde velinimet olmak hasebiyle müşteri var.
Bilinçaltı düzeyde hatta bazen açıkça ilgi, hürmet ve saygı görmek için makul, ucuz bir yol.
"Dünyanın en keyifli işlerinden birinin alışverişe çıkmak olduğu" sırrını bilen kadınlar, sadece satın almak için alışverişe çıkan erkekleri gördükçe mevzuyu anlamadıkları için kıs kıs gülüyor olmalılar.

30 Ağustos'un dar ve geniş anlamı

30 Ağustos, önemli bir tarih. Türkiye'de okullarda öğretildiği "arızalı" biçimiyle 30 Ağustos, Yunanlıların savaş meydanında yenilmelerini müteakip Anadolu'yu terk etmeleriyle sonuçlanan sürecin en önemli aşamasıdır. Bu okumayı arızalı kılan, gerçek düşmanı maskelemesi, onun yerine bir sübyandan canavar devşirmeye kalkma cesareti göstermesidir.
Kanaatimce dar anlamda doğru okuma şudur: 30 Ağustos, İngilizlerin büyük vaadlerle kışkırtıp aklını başından aldığı Yunan Milletinin, işgale yeltendiği Anadolu topraklarından püskürtüldüğü sürecin başlangıcını teşkil eden tarihtir.
Bugün Suriye'de ABD-PYD ittifakı olarak görülen formülün, 1920'deki karşılığı İngiltere-Yunanistan işbirliğidir ve dolayısı ile Yunanlılar, bugün "Büyük Anadolu Bozgunu" olarak andıkları tarihsel tecrübede her türlü sonucuna katlanmakla birlikte aktör olmaktan çok figüran rolündedirler.
“Arızalı okuma biçimi", yıllardır bu tarihin anlamını küçülten, gizleyen, örten bir rol oynadı. 2000’li yıllara kadar, okul müfredatında asırlardır koruyup kolladığımız, bugünkü varlığını büyük oranda Osmanlı geçmişine borçlu olan Yunanlıların 'ezeli ve ebedi düşmanımız' olduğu fikri işlendi: böylece bizim genç nesillerimiz için İngilizlerin ' bizi bitirmeye and içip sarhoş oldukları' tespiti maskelenmiş oluyordu.
İngiliz tecrübesi, suyun öteki tarafında da benzer bir işlev gördü: tarihte olan biteni farklı yorumlayarak kitlelerin hafızasını zehirleme ve Yunan Ulus Devletinin varlığının motivasyonu olarak Türkleri “ebedi düşman” görme fikrini işlediler. (Ulus Devlet, motivasyonunu düşmandan alır, otoritesini kurabilmek için düşmana ihtiyacı vardır, fiili bir düşman yoksa da uydurmak, yaratmak zorundadır.)
Dil ve din farkına rağmen hem fiziksel hem de kültürel yönden birbirine bu kadar benzeyen Türkler ve Yunanlılar gibi iki millet olur mu? Bir Türk olarak Selanik, Atina ya da Kavala sokaklarında halkın içine karışıp dolaştığınızda, bir İngiliz projesi daha en azından sizin için bitmiş olacaktır.
30 Ağustos, tarihimiz açısından bir Yunan Zaferi olmanın çok ötesinde (geniş) anlamlar taşır. 1683’te Viyana kuşatma ve bozgunu ile başlayan ve ikiyüzkırk yıl süren bir geri çekilmenin dip yaptığı ve oradan dönerek siyasi toparlanmaya yüz tuttuğu, tarihi bir eşiktir, 30 Ağustos...
Bu dönüm noktasının Başkumandanı Atatürk ile O’nun silah arkadaşlarına en içten saygılarımı sunuyorum.

29 Ağustos 2017 Salı

Girişimcilik, Kadın Girişimciliği

  1. Bingöl Valiliği ve Belediyesi, işbirliğiyle kadın emeğinin değerlendirilmesi için 18 işlik kapasiteli bir "Kadın Emek Çarşısı" inşa edip, talep toplamış ve çekiliş yaparak faaliyete geçmesini sağlamışlar.
    Ülkemizde girişimcilikle ilgili her türlü faaliyete hizmeti, misyon edinmiş bir kamu kuruluşu olan Kosgeb'in projedeki rolü, haberlere yansımamış.
    Oysa girişimcilik, özellikle de kadın girişimciliği, özel ilgi ve çalışma alanlarıdır dolayısı ile iş hayatının girişimcilikle... alakasız çeşitli merhalelerinden elde edilmiş tecrübeler üzerine bina edilemeyecek kadar kendine özgü niteliklere sahiptir.
    İyi niyet ve yeterli miktardaki kaynak (işgücü, sermaye, zaman), girişimcilik faaliyetlerinden umulan başarıyı sağlayamayacağı gibi girişimcilerin kaynaklarını heba etmek bir yana, onları motive edip yolda tutan ne varsa hepsinin yara almasına yol açarak onarılmayacak travmalara, öğrenilmiş çaresizliklere, yetersizliklere neden olabilir. Bu nedenlerle; başlatılmış bu ve benzeri projelerin başarısı, "biz açtık, siz başarın" benzeri bir söylemle, var olma ya da tutunma mücadelesi veren girişimcilerin omuzlarına bırakılmamalı, kendini topluma karşı sorumlu hisseden kamu ve özel kesimin fiili desteğinin alınması zaruri görünmektedir
    Bingöl'deki girişimin de hayırlara vesile olmasını dileyelim.
  2. http://www.bingolonline.com/Haber/GIRISIMCI-KADINLAR-IS-BASINDA-60106.html

27 Ağustos 2017 Pazar

Sahte Dindarlık

  1. Günlük hayatta çoğu zaman davranışların kökeni hakkında dini olan ile sosyolojik olan, hatta psikolojik olan karıştırılıyor. Yani dini görünümlü bir hareket, pek ala sosyolojik hatta psikolojik temelli bir motivasyonla elde edilmiş olabilir. Din burada maskeleme unsuru/fonksiyonu olarak bizzat art niyetli bir uygulayıcı tarafından katalizör olarak kullanılabilir. Genellikle Din'in toplum nazarında kendisi adına yapılanı, edileni meşrulaştırmak gibi bir özell...iği de var. Toplum, öyle kabul etmeye de yatkın. Diğer bir deyişle toplum, dindar görünümlü birinin "zekat ya da sadaka amaçlı, telefonda para toplaması" işini suistimale açık olduğundan dolayı yanlış bulmakla birlikte, bu davranışı yapanı affetmeye, kabul etmeye eğilimli bir tutum sergileyebilir. Durum böyle olunca Din'in ya da Dindar görünmenin kullanışlı bir tarafı olduğu ve hayatta 'başka hiç bir şey olamayan kimi kimliksiz insanların' hayata tutunmak üzere dindar bir görünüm edinmesini anlaşılır bulmak lazım. Bu dindarların sorunlu insanlar olduğu anlamına gelmez. Ama dindar görünümlü bazı kişilerin aslında dindarlık kisvesini kendi kişisel açmazlarını örtmek üzere kullanabileceklerini gösterir.
Uygulamada Din, kimlik edinmek için kabul beyanı dışında bir kriter listesi sunmuyor. Üstelik o beyanı, kendi kendine yapabiliyor, insanlar. Avcı derneğine bile üye olmanın bir prosedürü varken dinin prosedürü, ispat yükümlülüğünün olmaması, din ve dindar kategorisine geçişi sembol düzeyinde mümkün kılabiliyor. Dini kimliğin gereklerini takip eden, denetleyen biri de yok. İşin tabiatı böyle. Ancak kişide, dindar kimliği ile örtüşmeyen davranışlar sadır olduğ...unda (açıkta içki içmek, etrafa sataşmak vb) toplumdan "sana ve/veya taşıdığın şu sembole yakışıyor mu?" türünden kişisel kınama gelmesi mümkün, bireyselleşmenin öne çıktığı modern toplumda bunun dışında bir yaptırım da yok. Dindar olduğunu dil ile söyle, kalbini zaten bilemezler, gerisi sembollerin dünyası... İnsanlar anlar yani, sakal bırakıp takke takarsan, öngörülebilir olursun. Dindar kimliğinin kültürel kalıpları çerçevesinde değerlendirilirsin. Algısal bir dünyanın öznesi olarak herkes seni zihninde bir yere oturabilir. (En kötüsü belirsizliktir.)

İnsan, neden gerçekte dindar biri olmadığı halde kendine böyle bir görüntü verebilir: Kişinin ait olduğu ekonomik sınıf, cinsel ve etnik aidiyet ile bu kimliklere yönelik saldırı, ailesinin hikayesi (ebeveyn yokluğu, yoksunluğu, eksikliği ya da tahakkümü), yaşadığı travmalar, sosyal bir gruba ait olma ihtiyacı, iktisadi fırsat ve tehditler vb sosyopsikolojik faktörler, din(dar) bir maskenin içinde kişinin her türlü talebinin karşılayabilir. Sahte dindar için... bu kimlikte derinleşmek, geçmişten getirdiği yaraları gizleyerek çevresel uyumu sağlayacağı bir işlev görür.Işid'e itibar eden sosyolojinin, yukarıda çerçevesini çizdiğim sentetik bir dindarlıkla malül olduğu kanaatindeyim. Hayata tutunma sorunu yaşayıp kısa yoldan cennete gitmek isteyen (kesin inançlı), kendi doğrusu dışında bir gerçeklik tanımayan, şiddeti bir iletişim aracı olarak içselleştirmiş bireyler, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini söyleyen Hz. Peygambere iman edip onun söylemlerinin etkisiyle yaşamaktan çok; hayatı, öc alma, can yakma üzerinden yaşamayı, terör estirmeyi, masum insanlara saldırmayı tercih etmiş, yaralı, problemli, hasta kişiliklerdir. Politik açıdan kendilerini İslam üzerinden tanımlamaları, üçüncü şahısların tepkilerini minimize etmek ve yeni insan kaynağı kazanmak içindir. Bunları, uzun yıllardır emperyal bir baskı altında tutulan islam kültürü, üretmemiştir. Zihinsel kodlama anlamında anaları da babaları da batılı küresel istihbarat örgütleridir.

Dindar kişilerin tüm eylemleri, dinin tezahürleri değildir, belki kişisel sosyopolitik, kültürel davranışlardır. Öte yandan dinin açıkça desteklemediği (hatta kınadığı) teröristik faaliyetleri, dini metinlerden yorum yolu ile istihraç edip (çıkarsayıp) motive olan kimi yorum sahiplerinin beyan ve eylemleri, Din'i bağlamaktan çok, sosyolojik bir probleme getirilmiş psikolojik çözümler(!) olarak değerlendirilmelidir. İşin özü, püf noktası budur. Zarf değil mazruf önemlidir.Allah'ın sabrı ve anlayışı, kulların sabır ve anlayışından farklı. Birilerinin İslam Dinini çarpıtması, tarihte ilk kez bugün yaşanmıyor. Kim ne derse desin, ilgi alanımızda olan bitene müdehale imkanımız sınırlı. Biz etki alanında kalmakla mükellefiz.

Sonuç: Gavura kızıp oruç bozacak değiliz.



17 Ağustos 2017 Perşembe

Bir Fındık Toplayıcısının Notları

  1. 1- Fındık, hedeftir, metaforik anlamda fırsattır. Fındık toplayıcısı, her yönüyle tipik bir fırsat avcısıdır.
    2- Fındık/fırsat, çoğu zaman açıkta, öyle ortada durmaz. Onu fark etmeniz gerekir. Bu hususta göz taraması yetersizdir, elle dokunarak ta arama yapmalısınız. Elle arama yapmak, yoklamak; fırsatın orada olup olmadığı kontrol etmek amacıyla araştırma yapmak, sorular sorup cevapların peşine düşmek anlamlarına gelebilir.
    3- Bir fındığı, görüntüsünden dolayı değersiz bulu...r, almaya tenezzül etmezseniz, o fırsatın sizi başka imkanlara taşımasını da önlemiş olursunuz. Tipik bir kibir ve şükürsüzlük hali olan bu tutumun zıddında hırs adını verdiğimiz düşünce kontrol kaybı yer alır.
    Fındıklar, gaful denen esnekliği yüksek, eğilebilen ince dallar üzerinde bir kaç tanesini bir araya getiren çotanaklar (culuflar) halinde sıralanırlar.
    Dikkatin operasyon yapılan gaful üzerinden ayrılmaması gerekir; başka gafullardaki fırsatlara odaklanmak dikkat dağınıklığına, verimsiz toplamalara yol açar, işlem gören gafullarda fındık kalır.
    4- Bakış Açısı: fındık çotanakının (culufunun) tespiti, tümüyle bakış açısının bir sonucudur. Fırsatları göremiyorsanız, bakış açınızı değiştirmeniz gerekir. İdeal bakış açısı, fındık yapraklarının altından gökyüzüne doğru bakmaktır. Böylece her bir yaprağın fındık çotanağını (culufunu) gölgelediğini ve altında sakladığını görmek mümkün olacaktır.
    5- Bazı culufların kendiliğinden yere düşmesi, renginin solması, toplayıcıyı, fındıkların; dolayısı ile fırsatın sıhhati konusunda yanıltabilir. Çürük zannedilir. Oysa böyle olması yalnızca bir ihtimaldir, sanıldığı gibi olmayabilir.
    6- Çotanakla (culufla) bağını zamanında koparamayan fındık tanesinin içi, çürür. Bu durum ebeveyn-çocuk bağlanmaları bakımından dikkate şayan bir durumdur. Özellikle anneler, çocuklarıyla aralarındaki bağı zayıflatmaları hususunda (çocuklarının büyümelerine uygun olarak) gerekli özeni göstermezlerse çocukların içi boş, yeteneksiz birer yetişkin olma riskler bulunur.
    7- Bir çeşit geri kazanım işlemi olan Calips, bütün fındıklıktaki tarama bitirilip fındıklar toplandıktan sonra yapılan; arta kalan, düşmüş, düşürülmüş, kaybedilmiş, görülmemiş fırsatların tespit ve geri kazanım işlemine verilen yöresel bir addır. Birilerinin bu işi yapması, elzemdir, faydalıdır.












16 Ağustos 2017 Çarşamba

Yaşlı Adamın Öyküsü

Şimdi erişkin bir kızı olduğuna aldanmayın, her başı yerde olanın kimselere anlatmadığı en az bir öyküsü vardır: Bir de oğlu vardı, küçük bir çocukken elleriyle toprağa verdiği… Aradan geçen onca zamana rağmen bu çocuğun acısı hep taze kaldı, her gördüğü çocuğa gülen gözlerle bakmasından anlardınız bunu…

Çay ocağında çalışıyordu. İnce, narin yapısına tenakuz teşkil eden kocaman elleri, ağır sanayii işçisi geçmişinin hatırası olarak çay tepsisini muhkem bir kavrayışla taşımasının sırrıydı.
Dolu bir çay tepsisiyle merdivenlere yığıldığı gün, tansiyonunun durma noktasına geldiğini öğrenecekti. Ölçülü tavırları, zaman zaman uzayan ancak nezaketten sapmayan konuşmalarıyla bu çalışkan adam, yeni taşındığımız lokalde çay ocağına bakacaktı.

Emekliydi. Emekli maaşından kesinti yapılmamasını rica etti ilk ay: Sigortasız çalışmak istiyordu. Emekli maaşından kesinti olmasın diye, kabul gördü bu isteği, kayıt dışı çalışmasına onay verildi.
Sabahları erken vakitlerde ofisi açar, havalandırır, temizler, siler, güne hazırlık yapardı. Akşamları da masaları sildikten sonra masa altlarındaki çöp kutularını büyük bir poşete boşaltır, topladığı bu çöpleri sırtına yükleyip dış kapıyı öyle kapardı. Ofis çalışanlarını çocukları gibi görürdü, isteklerine hayır diyemezdi. Ofisboy gibi davrandılar ona, yöneticisinden çalışanına… Alınmadı, yüksünmedi, yakıtı saygı olan fani bir makine olarak elinden geleni yaptı. Tarzı böyleydi. Sevdiler onu.

Zaman geçti, yönetici değişti, ama metamorfoz olarak değil, doğrudan değişti. Yeni gelen yönetici, yemek yapmasını bilip bilmediğini sordu, bulunulan mekandan taşınacakları gün yaklaşınca. Bilmiyordu.
“Hala çıkmadı mı bu adam, ne zaman çıkacak?” diyen Yöneticinin, az sonra kendisine sarılıp “sen buranın demirbaşısın.” dediğini de duydu. Şizofreniye ve mobinge alışık değildi ama bunları da tecrübe etti ahir ömründe…

Yöneticinin görevlendirmesiyle işten ayrılması gerektiğini söyleyen adamı sessizce dinledi: tazminat için hesap yapmışlar... Eşine götüreceği bir mazereti yoktu belki ama alacağı bu paranın sıcaklığına güveniyordu. Son bir kez daha yönetici çıktı ortaya. Hesapta bir yanlışlık olduğunu fark etmişti Yönetici. Yöneticilerin esaslı görevlerinden biri de adaletsizlikleri önlemektir ya… Bu, iş hayatı boyunca kedinin yakaladığı en büyük fareydi. Maaşından üç kuruş kesinti yapılmasın diye kayıt dışı çalışmak isteyenlere diyet ödetme zamanıydı… “Sen, kayıt dışı çalıştığın dönem boyunca ödemediğin kesintilerle tazminatını almış sayılırsın, ayrıca bir de tazminat alman gerekmez.” Almanlar yenilir, biz de mağlup sayılırız. Otomatikman böyledir yani… Hakkını almakta yardımını istediği bir tanıdık, yaşasaydı yöneticinin yaşında oğul sahibi olacak adama, “yöneticine benim selamını söyle, biraz daha arttırsın o rakamı” diyebildi.
Orta yol bulunmuştu. Yaşlı adama söylettiler rakamı. “Mahkemeye giderse evet daha fazla para alırdı, evet işyeri para ve itibar kaybederdi, ama eski yönetim rezil olurdu çünkü onlar bu kayıt dışılığa göz yummuşlardı.” Şimdi terazinin bir kefesinde eski yönetimin rezil olması, diğerinde yaşlı adamın yoksunluğu seçenekleri vardı. Gözleri kapalı genç bir kızın tuttuğu adalet terazisine bakıp bir seçim yapması istendi, yaşlı adamdan. Oysa hava muhalefetinin dışarıya çıkmayı engellediği soğuk kış günleri ile sıcağın etrafı kavurduğu yazın bunalımlı günlerinde, bu yaşlı adam gözünün gördüğü, aklının erdiği tüm mevcudat için seferber olur, yiyecek ve içecek ayarlardı. Peki dedi. Kapattı konuyu. Hakkını helal ettiğini de söyledi yöneticiye. Yine geleceğini, selamlaşacaklarını da ilave etti. Birini daha incitmemeyi başarmıştı.

15 Ağustos 2017 Salı

Türkiye Profiline Giriş Dersleri 2

Türkiye Cumhuriyetini Kürt etnik temelinde bölerek bir devlet kurmayı hedefleyen terör örgütü  sempatizanlarına sormak lazım: Türkiye hangi kriterlere göre etnik temelde bir Türk Devleti'dir? Cumhuriyetin ilanından sonra meydana gelen jakoben din ve tarih anlayışı, birer Türk Milliyetçiği tezahürü müdür? Bu anlamda Kürt etnik kimliğinin bileşenlerine sivil toplum alanında kim, neden engel olmuştur? Bu sorunun içi, bu güne değin yapıldığı gibi bizzat terör örgütünün Türkiye cumhuriyeti üniversitelerinden maaş alan akademik  personelince oluşturulmuş jenerik söylemlerle doldurulmaya çalışılacaksa oradan gerçeğe ulaşan olgu kaynaklı bir yorum çıkmaz. Oradan algı temelli, emperyalist devletlerin doğu politikalarına uygun, devlet beklentili manipüle edilmiş, şizofrenik bir söylem çıkar.
Herkes aklına, fikrine, vicdanına sahip çıksın. Türkler, Anadolu coğrafyasını Türkleştirmişler, bu coğrafyanın halen var olan hiçbir etnisitesine karşı işgal/köle vb muamelesi de yapmamışlardır. Doğu ve güney Anadolu, her açıdan olduğu gibi tarihi açıdan da Türk toprağıdır. Bu söylemin de etnik temelli milliyetçilikle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur; olduğu zannının kendisi, hastalıklı, rehabilitasyona ihtiyaç duyan bir bakış açısıdır. Bu konuda işbirliğine dayalı nezaketen gösterilen esneklik, güce iman etmiş muhataplarınca zafiyet olarak algılanmış ve her defasında reddedilmiştir.
Temel'in 9 tane çocuğu vardır. Fadime, " artık buna bir çözüm bulmamız lazım. Ben bundan sonra salonda yatacağım" der. Temel, "eğer faydası olacaksa bende geleyim."
Terör örgütünün söylemine ikna olanlara "bir faydası olacaksa, biz de bir devlet kuralım" diyoruz. Yanlış mı diyoruz?

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...