30 Aralık 2016 Cuma

Empati Yoksunluğu-1

Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilmesine karşı çıkan toplum kesimlerinde iki tip empati yoksunluğu gözlemliyorum.
Birincisi yaşama hakkını teminat altına almak için ülkemize göç etmiş olan insanların yaşadıkları ile kendi ailemizin geçmişte bir şekilde muhacir olmuşluğu arasında görülen benzerliğin (inkarı/) yol açtığı sempati yoksunluğu,
ikincisi de doğrudan kendi şahsının sahibi olduğu kültürel, ekonomik, sınıfsal vb.insani özellikler ile mültecinin kendisinde uyandırdığı insani özellik algısı arasında bir örtüşmezlik, neredeyse hiçbir şekilde benzerlik göremiyor oluştur.
Bu yaklaşım sahipleri, böylelikle benzer tehditler karşısında kendisinin de muhacirlik potansiyeli taşıdığı hususunu yadsıyabiliyor ancak içten içe tedbir olmak üzere yöneticilerine "yeter artık, içinize dönün, dışarıyla ilgilenip tehlikenin üzerimize gelmesine yol açmayın; bu beceriksiz muhacirleri de bir an önce gönderin" mesajı veriyor.
Kanaatimce bu bir devekuşu tavrıdır ve kendini, varlığını, oluşumunu inkar politikasıdır.
Latinlerin dediği gibi 'ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen.'

Empati Yoksunluğu-2

Karlofçadan bu tarafa yaşanan toprak kayıpları ile Kafkas Halkı gibi zor durumda kalan insanları muhacir kabul etmiş, onlara kucak açmış bir milletin ahfadıyız. Ben, Türk'ün bu merhamet hasletini koruyan, esnek, kan bağına değil adalete önem veren bir öz taşıdığı görüşüne itibar edenlerdenim.
Bu tarihi tecrübeye ve niteliği itibariyle birinin kazancının ötekinin kaybına yol açmadığı bir olay olmasına rağmen sahibi olduğu vatandaşlık imkanını kimseyle paylaşmak istemeyen insanlar gördükçe içim acıyor. Bu durumun Türkiye'nin tarihini bilmemekten, dolayısı ile büyük resmini okuyamamaktan kaynaklanan bencil, kişisel ve tarihi misyona aykırı bir düşüncenin tezahürü olduğu kanaatindeyim. Türk Toplumu kendini ve hazmetme kapasitesini inkar etmemeli.
Öte yandan bu gelişme, toplumumuz için iyi bir test imkanı doğurdu: insanımızın empati kapasitesi sorgulanıyor.

27 Aralık 2016 Salı

İşid'in PR Stratejisi

Işid'in Halkla İlişkilerdeki temel stratejisi, kitleleri korkutma ve dehşet içinde bırakma üzerine kurulu. Böylelikle direnmenin anlamsız olduğuna dair, yılgın bir algı oluşturmaya çalışıyor. Elindeki rehine gazetecileri infaz ettiğini gösteren kurgusal video çekimleri ile Örgütün, kamuoyunu manipule edip (yönlendirip) savunmasız kalan Kuzey Suriye, Rakka ve Musul'u savaşmadan, kolaylıkla işgal ettiği hatırlanacaktır.
Şimdi Türkiye kamuoyunu da aynı 'oyunla' etkilemek için film üretip sosyal medya üzerinden paylaşarak propaganda yapmaya çalışıyor.
Avuçlarını yalayacaklar, kimlere bulaştıklarını bilmiyorlar.
Bu aptal propagandadan kısmen etkilenmiş görünen Hükümet karşıtı bir kitle var. Bunlar, her gelişme gibi bu propagandayı da iç muhalefeti güçlendirmek, kendi saflarını sıklaştırmak amacıyla kullanıyorlar. Hem işid hem de bu çekirdek kitlenin propagandasına maruz kalmış olduğu varsayılan insanların rehabilite edilip iyileştirilmesi ve kanaatlerinin yeniden yapılandırılarak normalleşmelerinin sağlanması bakımından içinde bulunduğumuz bu ortamı bir fırsat olarak değerlendiren beyanlarından ötürü Tayyip Bey'le Binali Beye destek vermek gerekiyor.
Suriye ve Irak'ta barışı tesis etmek üzere Işid'i ve bileşenleriyle birlikte PKK'yı bitirmemiz gerektiği konusunda ihtiyacımız olan toplumsal mutabakat, bu tip olayları fırsat olarak görmekle mümkün olacak.

ABD'nin l. Dünya Savaşına Katılması

I. Dünya Savaşı başladığında ABD, tarafsızlığını ilan etti. Ancak Almanların denizaltı tehditi ve denizlerde artan denetimi, bir yandan ABD'nin silah ticaretini zorluyor öte yandan Avrupa Devletlerindeki alacaklarını tehlikeye atıyordu.
ABD, itilaf devletlerinden 2,3 milyar dolar, Almanya'dan ise 27 milyon dolar alacaklıydı. ABD'de 1,5 milyar dolar tutarında müttefik devletlere ait savaş bonosu satılmıştı ve borçların ve bu savaş bonolarının tahsili için itilaf devletlerinin... savaşı kazanması gerekiyordu. Ayrıca Başkan Wilson, savaştan sonra yapılanacak dünyada ABD'nin lider bir ülke olmasını istiyordu.
Beklenen fırsat bir istihbarat çalışmasıyla ortaya çıktı: Alman Dışişleri Bakanı, ABD'deki büyükelçisine ABD'ye karşı bir Almanya-Meksika ittifakı oluşturması için talimat veriyor ve Meksika'nın ABD'ye savaş ilan etmesi halinde Almanya'nın Meksika'ya büyük miktarda maddi destek sağlayacağını ve Meksika'nın Teksas, New Meksico ile Arizonayı almasını taahhüt ettiğini -motive edeceğini düşünmüş olmalı- bir telgrafla bildiriyordu. Şubat tarihli bu telgraf, ABD ve ingiliz istihbaratınca Wilson'a ulaştırılınca ABD Kongresi, 6 Nisan 1917'de Almanya'ya savaş ilan etti.

Sanatçının Hamisi

Sanatın finansmanı tarih boyunca bütün toplumlarda sorun olmuş, sorunlu bağlar kurulmasına neden olmuştur. Şairler mesela... Emevilerden Osmanlılara yüzyıllar boyunca şairler, tanınmalarını sağlayan şiirlerin yanısıra devlet adamlarına, zengin insanlara övgüler düzerek geçim sağlamışlardır. Hattatlar, müzisyenler, minyatürcüler...
Batı da da durum farklı değil, Medici ailesi ve feodallerin performansı hatırlanırsa. Batı'nın önemli bir farkı, endüstri devrimiyle meydana gelen ...artık değerin sanatsal ürünler yolu ile tasarruf edilebileceği, nesilden nesile aktarılabileceğini erken keşfetmiş olmalarıdır. Buna rağmen sanatçı ile burjuva (yatırımcı) arasındaki ilişki, tipik bir satıcı-müşteri ilişkisi değildir, daha organiktir. Güncelin ihtiyaçları ve finansmanı, sanatçıyı zorlar. Sanatsal üretim süreci, nadiren peryodik bir çıktı verdiğinden nakit akışındaki sorunları ortadan kaldırmak için her zaman bir rezerve ihtiyaç duymaktadır, Sanatçı. Diğer yandan tasarım aşamasını izleyen üretim ve tanıtımın finansmanı, çok sayıda ürünün olduğu günümüz marketlerindeki rekabet, sanatçının iktisadi özgürlüğüne sekte vurur. Burjuvazi ile işbirliği yapacak ve kendi isteğine göre değil pazarın beklentilerine uygun ürün üretecektir.
Her bir sanat ürününün hitap ettiği bir hedef kitle vardır. Sanatçı kendi algısını da bu hedef kitlenin beklentilerine uygun bir şekilde ayarlamak durumundadır: Gerekirse evlenmeyecek, kulaklarını deldirecek, umreye gidecektir vb. Şüphesiz bu genelleme, pop kültür kapsamında sanat icra eden ve bu "iş" dışında önemli bir geliri olmayan sanatçıların büyük bir kısmı ile sınırlı olmak üzere ifade edilmektedir.
Sanatçıların toplumsal olaylara verdikleri ve vermedikleri tepkileri yorumlarken müşteri ve yatırımcılarla olan bu bağlarını göz önünde bulundurmak, anlamayı kolaylaştırır.
Türkiye'de Burjuva, toplumun Batılı değerler etrafında dönüştürülmesi misyonunun gönüllü taşıyıcısı, uygulayıcısıdır. Burjuvanın ancak bu misyonu düzenli bir şekilde devam ettirmesi halinde Batı tarafından tahsis edilmiş bulunan distrübitörlükler, devamlı alım garantileri vb. geçerliliğini sürdürmeye devam edecektir.
Nasıl, konu keyifli bir yere geldi mi?

26 Aralık 2016 Pazartesi

Kitap Analizi

Doç. Dr. Hüner Tuncer'in "Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti'nin Sonu" başlıklı kitabı, ilgili döneme belgesel tadıyla "teknik" bakan bir eser, derli toplu. Pek bir arka plan bilgisi yok. Olanların da Rauf Bey'in Mondros Ateşkes Antlaşması için Osmanlı tarafından görevlendirilen bir isim olmasının eleştirilmesi gibi sınırlı bir bakış açısıyla ele alınmış olduğu görülüyor. Rauf Bey'i, Mondros için yetersiz bulan yazar, Rauf Bey'in Batılıları gözünde çok büyüttüğünü ve Osmanlının haklarını iyi savunamadığını iddia eder. Tarih sonuçlarıyla okunacaksa haksız da bulunmamalıdır. Ancak tarihçi Rauf Beyin hatıralarına hiç atıfta bulunmaz. Öte yandan Bolşevik İhtilali sonrası Kafkasya'da yürütülen diplomatik heyette Rauf Bey'in bulunduğunu zikreder. Ölçek farkını ihmal etmeyelim eyvallah ama Rauf Bey'in diplomasiden anlamayan acemi çaylak -yeteneksiz-olduğunu da düşünmeyelim. (sh.139)
Kitap boyunca İsmet Paşa'nın adının hiç anılmadığı, kitabın sonunda yer alan dizin bölümünde adının yer almadığını da ayrıca belirtmek istiyorum. Kitaba göre İsmet Paşa diye biri ve performansından bahsetmek mümkün değildir.
Kitapta Atatürk'le ilgili askeri ve tarihi kişiliğine dair abartılı yorumlar yapıldığını görüyoruz. Bulgaristan'dan gönderdiği mektuptaki vizyonu, Çanakkale'deki görevi ve yaptıkları olumlu abartılırken Filistin'deki görevini terk edişi geçiştiriliyor, Vahdettin'le birlikte Almanya seyahati, Saraya damat olmak istemesi gibi konular da görmezden geliniyor. Bir de bugünkü bireylere yapılan gereksiz bir Atatürk pazarlaması var ki, bir akademisyenin kaleminden bu satırları okumak bende yazık duygusu uyandırdı.
Tarihçi yazarın Osmanlının neden yıkıldığına dair yaptığı tespitleri çok yetersiz buldum: Osmanlı, Batının aydınlanma devrimine kapılarını kapamış; Osmanlı Padişah ve yöneticileri de çağdaş uygarlığın hiçbir kurumunu kabul etmemişler. Ayrıca kitabın Osmanlının askeri alanda varlık gösterememesini gözler önüne serme amacıyla yazıldığını ifade etmesi de çok talihsiz olmuş. Bu paragrafın tümünde ilköğretim çağı zihinsel kalıplarının kullanıldığını görüyorum: 2017 Türkiyesi, bunu hak etmiyor.

18 Aralık 2016 Pazar

Yıl Sonu Avrupa Birliği Senaryosu ne olacak?

Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Donald Tusk, 15 Aralıkta yaptıkları AB Liderler Zirvesi'nde; Gümrük Birliği Anlaşması, Mülteciler Anlaşması, Vize Anlaşması konularında Türkiye ile gelecek aylarda zirve yapılması için kendilerine yetki verildiğini ancak konu ile ilgili henüz bir tarih belirlemediklerini açıkladı.
AB; ortada müzakere adına herhangi bir performans yokken yapılan; darbe karşıtı tutum, idam konusu, Fetö ve etnik terör örgütüne sahip çıkmak gibi tartışmalarla Türkiye'yi oyalamanın ve sıkıştırmanın sınırına gelmiş olduğunu biliyor.
Bu zirve vaadi ile yıllardır Birliğe katılmamız halinde elde edeceğimiz ödülleri/havuçları, bir nebze de olsa görünür hale getirerek Türkiye'nin bekleme konusundaki motivasyonunu yeniden aktive edeceklerini düşünüyorlar. Müzakere ve müzakere tarihindeki belirsizlik bile tek yanlı bir karar ve taktik bir hamle niteliğinde.
Yurt içinde cereyan eden teröristik faaliyetler, bombalamalar; terör yasası ile ilgili en masumane değişikliklere dahi izin vermeyen bir toplumsal iklim ortaya çıkarmışken bunun AB tarafından görmezden gelinmesi ve bir koşul olarak dayatılmasında ısrar edilmesi, acılarımıza duyarsızlığın, aynı ekipte olmadığını bilmenin, Türkiye'yi 'öteki' görmenin, söylemle telafi edilemeyecek pratik tezahürleri.
Avrupa Birliğini oluşturan majör devletler, 250 yıldır ülkemizde bulundurdukları diplomatik misyonla içinde bulunduğumuz gelişmeleri izliyor, kısmen yönlendiriyor, merkezlerine düzenli raporlar yolluyor, halkın nabzını tutup devlet ve medya yetkilileri ile ilişkiler kuruyorlar. Türkiye'nin sinir uçları, sosyolojik dengeleri, kendilerine mahrem değil yani. Kültürel açıdan bizden birilerinin, "biz kendimizi anlatamıyor muyuz?" biçimindeki hayıflanmalarının pratikte bir karşılığı yok aslında. Her şeyi bilmelerine rağmen bu tutumu sergiliyor, Avrupalı Devletler.
Normal şartlar altında bu yılın Ekim ayında uygulamaya geçmesi planlanmış olan vize serbestisinin başlama tarihi, AB ile yapılan mülteciler anlaşması kapsamında üç ay erkene, geçtiğimiz Haziran ayına çekilmişti. Haziran ve Ekim aylarında terör maddesi başta olmak üzere 5 kriterin sağlanmadığı iddiası ile vize anlaşmasının hükümleri yürürlüğe konulmayınca Tayyip Bey, inisiyatif kullanarak yıl sonunu hedef gösterdi ise de bu konuda köşeli, olmazsa olmaz bir vaadde bulunmadı. Avrupalıların, "Türkler söyler ama yapmaz" biçimindeki kulis konuşmaları basına yansıdı, bunun üzerine...
Türkiye-AB ilişkileri, "ne birlikte, ne ayrı" biçiminde tarif edeceğimiz marazi (hastalıklı) bir karaktere sahip. Türkiye, kendi içindeki vesayetçi güç odaklarını terbiye etmek, frenlemek ve ülkenin demokratikleştirilmesi hususunda; bu güne değin AB çapasından azami ölçüde yararlandı. AB de Türkiye'yi kontrol altında tutarak tarihsel bir tehditi kendince ehlileştirme yoluna gitme politikası izliyordu. Son dönemde AB bürokratlarının kullandıkları örneğin "Türk Ekonomisinin en büyük alıcısı AB'dir" gibi Türkiye karşıtı argümanlarda Fetöcü gazeteci ve akademisyenlerin söylem izlerine rastlamak mümkündür.
Avrupa Birliği, Türkiye ile olan ilişkileri bozan taraf olmamak için detayını yukarıda ifade ettiğim biçimde vizeler konusuna değinmeden muhayyel bir zirve için Türkiye'ye vaadde bulunacağını açıklayarak hamle sırasını Türkiye'ye vermiştir.
Tayyip Bey, Batılı yetkililerin "Türkler söyler ama yapmazlar" beklentilerini boşa çıkarmak üzere Türkiye açısından belki de tarihsel olacak bir kararı; ülkemize sığınmış mültecilerin iyi bir hayat kurmak üzere Avrupa'nın merkezine doğru yürüyüşlerinin önündeki bariyerleri kaldırmalıdır. Ülke içinde AB çapasına ihtiyaç duyulmasını sağlayan güçler dengesi, günümüz itibariyle ortadan kalktığına göre AB'nin pratikte mümkün olmasa da alabileceği en radikal kararın ülke içinde etkisi sınırlı olur.
Üstelik bundan sonra hamle sırası yeniden AB'ye geldiğinde; karşımızda "dinamik bir Türkiye'ye" dayatan değil uzlaşmacı bir teklifte bulunan AB ile karşılaşırız.

Atasoy Müftüoğlu

Meraklısına;
Atasoy Müftüoğlu'nun islamianaliz'deki Suriye ve Halep'le ilgili analizini okudum. Kafa karıştırmamak ve beni okuyanları etkilememek için yazıdan alıntı yapmıyorum.
Ancak bu yazı kapsamında yazar Müftüoğlu ile ilgili kısa bir değerlendirme yazmak, tarihe not düşürmek istiyorum:
Zaman ve zemini olmayan, yalnız ve sürekli haklı olmak, hiç harekete geçmemek üzere kurulu bir düşünce dünyası perspektifi sunuyor, Müftüoğlu. Detayda acılar, kanlı canlı insan hikayeleri olduğu için yaklaşmıyor, içine girmiyor, ısrarla büyük resme bakıyor.
Türkiye'yi etnik kimliği olan bir devlet olarak görüyor. Dandik, bayat bir ezber bu. 2016 yılında böyle bir cümle kuramazsınız. Bütün samimiyetsizliğiniz ortaya çıkar. Zemini kaybettiğinizin resmidir.
Etiket vurup kategorize ettiği herkesin enerjisini tümüyle kendine transfer etmiş de posaya çevirmiş, her şeyi çözmüş, çok bilmiş tavırlar... Sonuç? Sonuç yok. Herkes haksız, haklı yok çünkü. Kendisi 'haksızlar arasında' tarafsız kalıyor bu durumda tabii. Bu pozisyon alışı önemli ve değerli bulan bir zevat var, toplumda. Onlar, övgüler düzüyorlar bu yazıların altına...
Belki bu iletinin altına yorum yazarak bana da had bildirmek isteyenler çıkacaktır. Çıkmasınlar, buradan uyarıyorum. İki öncülden bir sonuç doğuramayan kopuk/köpük ezberini, slogan artığı cümlelerini eleştirmek istemiyorum. Kendi isimleriyle neşretsinler fikirlerini(!)
Saklambaç oynayacak yaşı geçtim, herkes emeği ile inşa etsin kendini, PR ile değil.

17 Aralık 2016 Cumartesi

Haklı olmak, güçlü olmak

Tarih boyunca haklı olandan çok, güçlü olanın kazandığı görülüyor.
Ancak böyle diye, hakkımızı yahut da gücümüzü kullanmaktan vaz mı geçeceğiz?
Haklı ve güçlü olmak, birbirini ikame eden karşıt önermeler değiller, aslında.
Yani yalnızca (haklı ve güçsüz) ile (haksız ve güçlü) durumlarıyla karşılaşmıyoruz: (haklı ve güçlü) ve (haksız ve güçsüz) durumları da var, mümkün görülen.
Bir seçim imkanımız olsaydı eğer; süreç odaklı olanlar, haklı olmayı, sonuç odaklı olanlar da güçlü olmayı seçerlerdi, çoğunlukla.
Süreççiler, kişisel olarak kaybetseler bile "haklı davalarının" bitmeyeceğini, zamanı ve zemini aşıp muzaffer olanı huzursuz edecek, gece rüyalarını kabusa çevirecek bir hareketin başlayacağını, uzun vadede kazanacaklarını, en azından gündemde kalacaklarını bilirler. 
Sonuççular ise kısa mesafe koşucularıdır. Orta ve uzun vadede hepimiz ölmüş olacağımızdan haksız olmanın pratik bir mahsuru olmadığını düşünürler. Zaman, yalnızca içinde bulunulan an'dır. Daha akıllı sonuççular, hazır ellerinde güç varken ortamda bulunan bütün delil ve şahitleri kaldırmayı; böylelikle gelecek nesillerin kendilerini suçlayamayacağını garanti altına almak isterler.
-----------------------
Güçlü ya da güçsüz olmak zeminle, potansiyelle ilgili bir durum.
Haklı ya da haksız olmak ise o zemin içinde -anlık bir başka durum konumlanması.
Güçlü, potansiyelini/enerjisini kullanarak haksızlığına rağmen isteğini hayata geçiriyor.
Oysa kaotik bir evrende yaşıyor, seçimler yapıyoruz.
Aslında bütün yaptığımız, birinci aşamada irade koymak/açıklamak, bunun daha sonra neden sonuç ilişkisi çerçevesinde nereye evrileceği konusu, çoğunlukla irademiz dışında gelişiyor.
Çünkü gelecek, özellikle ilk hareketten sonra doğrusal çalışmıyor, böyle bir zorunluluk yok, çoğu zaman sarmal/dairesel bir yol izliyor ve o kadar çok değişken var ki harekete geçen biri değişse sonuç doğrudan etkileniyor: -bkz. bulut atlası ve kelebek etkisi filmleri
Yani evet örneğin şehit olanlar, yaralananlar oluyor, acı çekiyorsunuz.
Ancak bu tarihi bilgi, insanlar tarafından biliniyor ve kültüre kaydedilebiliyorsa o kayıplar, örneğin ilgili toprağı vatan yapıyor, aidiyeti perçinliyor, vs... Evrende hiç bir şey kaybolmuyor yani.
-----------------------------
Lao Tsu'nun meşhur "Yaşlı Adam ve Beyaz At" öyküsünü burada hatırlamak güzel olacak:
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler. İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. ”Sadece at kayıp” deyin, çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. Babalık demişler, sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu adamın akli dengesi yerinde değil” diye alay etmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başka kimsen de yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.

İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. ”O kadar acele etmeyin, oğlum bacağını kırdı, gerçek bu, ötesi sizin verdiğiniz karar. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almış. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini, ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama, hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla geri dönyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.”

“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar, “oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah bilir.” Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp, tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.” (Lao Tzu)

http://www.infethiye.net/turkish/notlar/lao-tzu-bir-hikaye.htm

15 Aralık 2016 Perşembe

Efruz Bey-2

Trump, özel sektörden gelip başkan oldu ya, aklıma benzer bir süreci, halen daha küçük ölçekte yaşamakta olan Efruz Bey'in çalışma stili geldi.
Efruz Bey, haftanın iki ya da üç günü yöneticisi olduğu kamu kurumundaki işine gidiyor. Diğer günlerde ise kafasına göre sahibi olduğu iş yerine yahut da bir başka şehre ya da ülkeye seyahate çıkıyor. Bürokraside yöneticisinden şikayet etmek, olumsuz/düşüklük görüldüğünden kimse sesini çıkarmıyor.
Koca kurum; işler bir şekilde kurulu sistemde akıp gidiyor. Zaten aksama olsa çalışanların kusurudur, çalışmayanın kusuru olur mu?
Arkadaş, özde Fetöcü olmadığından dikkat de çekmiyor. Bakana saygısızlık gibi stratejik bir hata yapmazsa işi bir kaç yıl daha götürecek gibi görünüyor.
Şimdi Trump böyle çalışsa, ne tatlı ABD olur, öyle değil mi?

13 Aralık 2016 Salı

Dolarını Boz, Oyunu Boz

"Dolarını boz, oyunu boz" kampanyasi ile ilgili benim çözüm önerimi soruyorlar.
Bir sisteme hangi aşamasında müdehale edilirse ona göre sonuç alınır.
Dolayısı ile neyin çözümü/çaresi?
11 Aralık itibariyle 3,48 TL olan USD Kur'una ilişkin çözüm önerisi mi, yoksa yabancı rezerv paradan kurtulup sömürüye nasıl son verebiliriz mi?
İlkine ilişkin düşüncem, Tayyip Bey'in bu kampanyayı, örneğin kur 3,00 TL olana kadar bırakmayacağını açıklaması, uluslararası ticarette yerli paraya geçmek gibi ikinci gruba ilişkin uygulamaların telaffuz edilmemesi, hormonlarına söz geçiremeyen duygusal ve sorumsuz beyanların üzerine gidilerek düzeltilmesi, fitnenin büyümesini önleyecektir. BDDK ve Merkez Bankasından, çok acil bir şekilde gerçekte yüklü bir döviz talebi olmadığı halde dövizi yükselten kısa paslaşmaların kaynağını tespit etmelerini beklerdim. 2001 krizindeki döviz artış trendi, daha önce burada yazdım, o operasyon aşikar edilince sona erdi, burada da böyle olacaktır. Operasyon kanalları -hangi şirketler üzerinden-ortaya çıkarılmadan işlem sona ermez. Bu bir istihbaratla da ispatlanarak çözülebilir. Yani bir anlamda MİT'i de ilgilendirir.
İkinci husus, 1944'ten bu yana dünyanın rezerv para olarak kullandığı USD'nın terk edilmesi, öyle küçümsenecek, basit, fiktif bir olay değildir. Olacaksa çok iyi hazırlanmak gerekir. Küresel ölçekte ABD hakimiyetine meydan okumaktır, bu. Başka ülkelere örneklik teşkil edeceğinden bastırılmak isteneceğini bilmek marifet değildir.
Benim işin bu safhasıyla ilgili önerim, Merkez Bankası tarafından çıkarılacak "dövize endeksli banknot" un tedavüle sokulmasıdır. Bu araç, bireysel döviz talebinin gerekçelerini karşılayacak biçimde tasarlanmıştır: varlığın değerini muhafaza eder, istenildiğinde TL'ye dönüşür. Bu uygulama, dövizin yurt içinde stok edilip ABD ye kredi açılmasının önüne geçer. Merkez Bankası zamanla bu banknotun değerini enflasyonu esas alarak kendisi ilan edebilir.
Ikinci yöntemin bir diğer sac ayağı, uluslararası ticarette USD, Euro talebi doğuracak işlemlerden kaçınmaktır. Bu günlerde yapılan ikili devlet anlaşmaları gibi.

Halep Düşerken

Yeterli bir mazeret midir bilmiyorum: Türkiye, Avrupa Birliğinden, Suriye ve Irak'a, döviz operasyonundan "Halep'te etkin olmayın" mesajı veren Beşiktaş'taki patlamaya, aynı anda bir çok cephede birden mücadele ediyor.
Putin'e laf anlatamadı, Türkiye'yi yönetenler. Göz göre göre Halep'te kardeşlerimiz bir dram yaşadı, yaşıyor; Halep düşmek üzere...
Kendi içimizde kaç parçaya ayrıldık bilmiyorum. En son bu sabah, Suriyeli Mültecilere had bildiren, bakkaldan man...avdan eline silah alıp savaşmasını, Ramboya dönüşmesini isteyen, bekleyen ve fikrini desteklemek için utanmazca Kur'an'dan cihat ayetleri paylaşan bir çapsızın arkadaşlığına son verdim. Ama dün gibi hatırlıyorum: 15 Temmuzdan önce Türkiye'nin tarihi misyonunun taşıyıcısı sandığımız bir kısım AkPartili seçmenin de Suriyeli Mültecilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesi meselesinde karşı çıkışlarını duymuş, irkilmiştik. Saflarımızda bölüştükçe küçülmeyen bir güzelliği kardeşlerinden esirgeyenler vardı. Bunlar, sırf Hükümet sınırları açtı diye Suriyelilere sırtını dönmüş olan başkaları ile aynı safa geçeceklerdi ki, 15 Temmuz bütün başka travmalar gibi bunları da sildi süpürdü.
Belki bu gece, sabaha karşı Ordumuz Halep'e girer... ya da girmez, düşmanı Hatay'da bekler. Düşmanın hiç gelmeyeceğini sanmak, Beşiktaş'ı, Stinger Füzesini vb olan biteni anlamamaktır.
Yakın bir geçmişte Fırat Kalkanına bir halel gelmesin diye, Halep'e ilgimizi kurumsal düzeyde inkar etmiştik. Sanırım Allah, ticari bir mantıkla hareket ettiğimizde üzerimizden bereketini kaldırıyor.
Obama, Putin, Esat, Lavrov, İranlı devlet adamları, İşidi nden PKK, PYD'sine tüm terör örgütü yöneticileri...
Tarih sizi, hemcinslerini yakıp yıkan Cengiz Han neslinin ardılları olarak anacaktır.
Otobüste kendini taciz eden adama, terbiyesinden dolayı hayvan diyen Rum kadının, adamın gülmesi üzerine "hayvan diorsam sandın kuş? Öküz diorum, öküz" demesi gibi Cengiz'in soyundan olmayı tekebbür/kıvanç vesilesi sayan tüm yaradılmışlara veyl olsun!

24 Kasım 2016 Perşembe

Yönetici olarak Efruz Bey

Efruz Bey, birlikte çalışmak için önemli görevlere getirdiği çalışanlarından sadakat ve ilgi (kendisine dönük hayranlık) bekler. Hesap verme huyu yoktur. Bu konuda zorda kalırsa hırçınlaşır.

Tahammülsüzdür. Talimatlarının en kısa sürede, istediği biçimde uygulanmasını bekler. Dünyanın en zeki ve en mütevazı insanı olduğundan(!), insanları dinler görünür oysa gerçekte İstişareye kapalıdır.

Adam çıkarma nedenleri kişisel ve irrasyoneldir, performans ...kriterleri ile hareket etmez. İşten çıkarmak istediği şahıs için başkalarıyla istişare yaptığı intibaı veren gizli görüşmeler yapar. Amaç, muhatabın bu görüşmeleri duyması ve makul bir bekleme süresinin ardından bunalıp kendiliğinden harekete geçmesi ve infaz için kendisine gelmesini sağlamaktır. Buna göre çoğu zaman Efruz Beyin kurbanla yüzleşmesi, kesimhanede yani Efruz Beyin belirlediği mekanda olmaktadır. Kurban, yoğun çalışma temposu sırasında kendisine vakit ayırdığı için Efruz Beye teşekkürle başlar konuşmasına. Minnettardır. Duyumları olmuştur. Doğru mudur bütün bu duydukları? O mekana gitmekle kontrol, Efruz Beye geçmiştir artık. Tutamaz kendini, açıklar oracıkta yıllar boyu eşinden sakladığı sırrını: Rutin dışına çıkmak isteyen eski Fatihlerin sınıfındandır Efruz Beyin kumaşı. Yeni tecrübeler, yeni yüzler, yeni hayranlar edinmek istemektedir. Motivasyonunun kaynağı budur.

İşin ve çalışanın uyumuna bakmaz, Efruz Bey. Kadim Türk inancına göre "kendisi hariç, kimse vazgeçilmez değildir."

14 Kasım 2016 Pazartesi

Son Dönem Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri-1

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, her ne kadar kırılgan bir zemin üzerinde seyrediyor ve bir sonuca varacak gibi görünmüyor olsa da tarafların bu bağı, iradesi ile iptal eden (taraf) olmamak üzere gösterdikleri çabayı, kayda değer buluyorum.
Daha yalın bir ifade ile taraflardan hiçbiri, tarih önünde Türkiye-AB ilişkilerini kopartan, atan taraf olmak istemiyor. Gidişattan da hoşnut olmamalarına rağmen karşı tarafın ayrılma yönünde irade kullanmasını bekliyorlar.
Avrupa Birliğ...inin, siyasi olmaktan çok bürokratik bir örgüt olması nedeniyle Birliğin işleyişi, yazılı prosedürlere bağlı ve öngörülebilir bir yapıda.
Birliğin Parlomento Başkanı Schulz, bir başkana yakışmayacak şekilde olaylara bürokratik/teknik açıdan baktığını belli ediyor ve yine söylemleri ile kriter kontrolü yapan küçük bir memur olduğunu ortaya koyuyor. Söylediğinin bürokratik açıdan bir değeri var ama siyaseten yanlış davranıyor, siyasilerin hareket alanını daraltıyor.
Kim ne derse desin; örgütün, Türkiye'yi sırf idam kararını alacağı için kendi iç mekanizmalarını çalıştırarak adaylıktan çıkarmak gibi büyük resmi ilgilendiren majör bir karar vermesi beklenemez. Ancak bu kararın ilgili süreci tetikleyeceği, siyaseten başlatacağı açıktır.
Kurallar ve öngörülebilirlik, AB Kurumunun bir kontrol aracı olarak temel değerlerinin yönetime yansıması biçiminde; gücünün tezahürü gibi görünen bu husus, en büyük zaafıdır aynı zamanda. Nitekim büyük resimle ilgisi olmayan Kıbrıs Rumlarının kategorik Türkiye düşmanlığı, AB'yi oluşturan siyasi aklın, teknik açıdan manevra yapma imkanını ortadan kaldırmakta, verilecek kararların teknik bir zorunluluk olarak değil, bizzat kendi inisiyatifiyle tercih edilen, seçilen karar alma ya da erteleme vs gibi esneklikler göstermesini engellemektedir.
Birlikten çıkmayı isteyen Türk Devlet temsilcilerinin, Schulz ve Piri gibi miyop AB yetkililerine, kum torbası muamelesi yapmaları, meşru müdafaa kapsamında halkımızı hormonal açıdan rahatlatan, temsil konusunda ileride işimize yarayacağını düşündüğüm olumlu bir algının oluşmasına da hizmet edeceği kanaatindeyim.
Tayyip Beyin stratejisi ile devam etmek ümidiyle...

8 Kasım 2016 Salı

Neden tutuklandılar?

Daha önceki bir iletide, "HDPli vekiller neden tutuklandı? Tutuksuz yargılanamaz mıydı?" diye sorup mümkün ve doğru olan bu yolun hakim ve savcılar tarafından neden tercih edilmediğine ilişkin bir öngörü yayınlamıştım. Vekiller, tahmin ettiğim gibi "savcıda ve çıkarıldıkları mahkemede tüm soruları, heyeti kışkırtmak, kendilerini tutuklatmak için cevapsız bırakmış, savcıya yargıca meydan okumuş, hukuk tekniğine aykırı olarak Erdoğan üzerinden genel bir yorum yaparak mahkemeyi ...itibarsızlaştırıp kendilerince heyecan yapmış, hormonlarını çalıştırmışlar."
Hukuki makamlar da kendilerine yardımcı olmadığı gibi şov yapmaya devam edip olumsuz tutumunu sürdüren vekillerin tutuklu kalması yönünde irade beyan etmişler. Bu meydan okumanın ardından bir de salıverilme yaşansaydı, şimdiye hepsi kahraman olmuştu. Çok anlaşılabilir bir tutum olduğu kanaatindeyim.
Akıllı bir algı yönetimi, bir şey olmamış gibi, android gibi ortalıkta gezinmez, bu bilgiyi toplumla paylaşır. Yargı, kararları ile konuşacağından sözünü söylemiştir. Bu bilginin Adalet Bakanından sadır olması beklenirdi. Kısmet banaymış.



Ergenekon Davası Sürecinden neler öğrendim?

Ergenekon Davası sürecinden neler öğrendim?
Bir çok şey öğrendim de buraya ihtiyaç kadar olanını yazmak istiyorum:
Dindar kamu görevlilerinin yetkilerini kullanma biçimi açısından dindar olmayanlardan prensipte bir farkı olmadığını öğrendim. Gereksiz empati, başın belası: Biz sanıyorduk ki tüm dindarlar, bizim gibidir, yani söz verince sözünü tutar, asla yalan söylemez, kamu menfaatini gözetir, adalet birincil değeridir, soyu, sopu, aidiyeti öne çıkaran ataerkil kültür ve hi...çbir dünyevi menfaat için adaletten ayrılmaz, taviz vermez.
Peki ne oldu? Yazdıklarımın tam tersini bir ibadet vecdi içinde yaptılar. Başlarındaki Şerefsiz, kimsenin hele de munis dindar kitlenin kendisine siyaseten girdiği yolu yanlış bulsa bile klasik fıkıh ölçülerine göre kafir demeyeceğinden öyle emin olmalıydı ki, kendisine bağımlı kıldığı herkesi, özendirip yönlendirmediği haram kalmadı.
Nihat Genç, Ofli Hocanın Teravih Sohpetlerinde bir adamın hocaya gelerek ısrarla homoseksüelin tevbesi hakkındaki fıkhi görüşünü sorduğunu anlatır. Hoca, her işin tevbesi olduğunu, ancak bu işin affının olmadığını söyler. Soru sahibi ısrarcıdır, cümleyi değiştirir, olayı biraz yumuşatır, yeniden sorar; Hocanın cevabı değişmemiştir: "Uşuğum, her işun tövbesi vardır, habu işun tevbesi yoktur. Naçar yanacaklar, yanacaklar cehennemde..."
Feto, istediği kadar siyasi bir görüş ayrılığı/içtihat (!) yaptığını düşünsün ya da kendi haramlarına meşruiyet kazandırmak için yeryüzündeki herkesin tepki koyacağı, hırsızlık üzerinden iftiralarını öne sürsün, kendisine itibar edenleri de arkasından sürükleyerek yaptığı bu işin tevbesi yoktur, odun olarak gireceği cehennemde "Naçar yanacaktur."

4 Kasım 2016 Cuma

İç terörde son aşamaya yaklaşırken...

HDP'li milletvekillerinin çağırıldıkları savcılıklara kendi rızaları ile gitmemeleri üzerine polis marifeti ile derdest edilip zorla götürülmeleri operasyonu, vukuu beklenen ancak zamanlaması sürpriz bir girişimdi.

Hadiseyi sunum biçimlerine baktığımda Hükümet yanlısı televizyon kanallarının kötü bir algı yönetimi sergilediğini görüyorum. (Altyazılarda Demirtaş ve Yüksekdağ'ın hangi cezaevlerine konulduğu gibi ancak gösteri yapmak isteyen örgütçülerin işine yarayacak bilgi paylaşımları var. Aymazlık. Yazık.) 


Aralarında yaptıkları işbölümü gereği terör örgütünün kurmuş olduğu partide milletvekili olarak istihdam edilen şahısların yakın geçmişte yapageldikleri fütursuz, kışkırtıcı, meydan okuyan eylem ve söylemleri, kendi sesleriyle defalarca gösterilme hatasına düşülmüş, götürülme esnasında ortaya koydukları ergenlere özgü şiddet söylemleri de defalarca gösterilmiş, örgütün zayıf olan gücü öne çıkarılmış, PR'ına olumlu katkı sunulmuş, sefiller grubunun gün boyu propagandasına alet olunarak garip bir savunma psikolojisi ile Diyarbakır patlamasını yapanlar tutuklananların kardeşi değilmiş gibi operasyonun neden haklı olduğu konusunda gereksiz açıklamalar yapılmıştır. 


Türkiye, kendi topraklarının yanı sıra, Irak ve Suriye'de de; kendisinin geleneksel düşmanları tarafından desteklenen terör örgütü ve bileşenlerine karşı başarılı bir mücadele yürütüyor. Son hendek girişimi ile terör örgütünün ciddi bir taban kaybına uğradığını da biliyoruz. Bu çerçevede vekillerin hukuk önüne çıkarılmasını, terör örgütünün tasfiyesi kapsamında önemli bir eşik olduğu düşüncesindeyim. 


Doğru bir algı yönetimi, olan biteni sıradanlaştırmayı, öne çıkarmamayı, mümkün mertebe görmezden gelmek şeklinde işlemeliydi.

Sürecin dikkatle yönetilmesi, bölge sosyolojisinin teröre mesafeli tutumunu besleyip bir ay içinde ülke içindeki teröristik faaliyetlerin tasfiye edilmesi sonucunu doğurabilir.

Anılar - 1

Mişli geçmiş zamanlardan bir gün; aynı iş yerinde çalıştığımız bir arkadaşın eşi, rahatsızlığını bitkisel tedavi uygulayan bir doktorun gözetiminde aldığı ilaç(lar)la atlatınca; hikayeyi duyan henüz iş hayatına atılmış bir başka arkadaşım, o dönem için cerrahi anlamda müdehale edilmesi cesaret isteyen göz kataraktının tedavisinde aynı doktordan hizmet almaya karar verdi. Sonradan anladık ki doktorun elinde bazı bitkilerden elde edip kullandığı yalnızca bir çözelti/sıvı vardı ...ve hastasının şikayetine göre bu "ilacı" hastasının cildine sürüyor, gözüne, burnuna ya da kulağına damlatıyordu. Allah için yedirdiğine şahit değilim.
Gençlik işte! Boş zamanlarda devleti yeniden yapılandırma konusunda bir dolu laf edebilecek ancak Insanın sadece iyi niyetli olmasının olumlu sonuç almaya yetmeyeceği bilemeyecek tutarsız zamanlardaydık. Dolayısı ile karşımızda kısa yoldan çok para kazanmak isteyen ve bunun için doktorluk mesleğini perde edinmiş bir dolandırıcı olduğunun farkında değildik.
Arkadaş, henüz çalışmaya başlaması nedeniyle ücret ödemekten kaçınıyordu. Tabi bu durumda hırslı doktorun riskli deneylerinin kobayları olacağımız gerçeğini kavrayamayacak kadar da romantiktik.
Doktorun hizmet verdiği ofis, ev ortamı gibi ayakkabıların çıkarılarak girildiği bir ortamdı. Hastalar, duruma göre yüz üstü ya da sırt üstü yere uzanıyor ya da yer koltuklarda oturuyordu.
Demek, genç doktorun da parasız zamanları... hastaları sevk ve idare edecek kimse bulunmadığından herkesle bizzat kendisi muhatap oluyor, kapıyı açmak, ilacı uygulamak vb. tüm operasyonlarla bilfiil ilgileniyordu.
Seans bitimlerinde hastalığın gidişatı ve ilacın etkisi hakkında yapılan kısa son dakika görüşmelerinde; doktorun, nevi şahsına münhasır bir söylem geliştirmiş olduğunu fark ettik. Birbirinden farklı iki örnekle açıklayayım:
- nasıl oldu?
- Valla hiç bir şey anlamadım. Su gibiydi.
Doktor, her şeyin kontrolü altında olduğunu pekiştirmek üzere;
- Tamam işte, bu tam da bizim...(duruyor, sonra başını hafifçe sallayarak teyit bekler gibi) Yaaa...
Buradaki uzun çekilen yaaa ifadesi, herşeyi olanca samimiyeti ile anlatmış, kendinden emin bir otoritenin kapanış ve uğurlayış ifadesidir.
- "nasıl oldu?"
- "Valla çok yaktı, bayağı ağrı hissettim."
- "Tamam işte, bu ilacın etkisiyle meydana gelen.., yaaa..."
Hiçbir bilgi paylaşımı, yargı, kanaat bildirmeden yapmadığı açıklamanın özgüveni ile gülümseyen bir yüz... Tepkisel biri döverdi bu şahsı, belki dövmüştür de...
Tedavi olumlu sonuçlanmadı. Ameliyat için görüşülen göz ihtisası yapmış bir doktor, gözün hasar almış olabileceği yorumunda bulunmuştu. Ameliyat sonrası ciddi bir komplikasyon gerçekleşmedi, çok şükür.
Ancak bitkici doktor, eşi ile yaşadığı ailevi bir problemden dolayı 2013 yılında bir süre ülkenin gündemini belirleyen tv kanallarında hammadde olarak kullanıldı.
Yaaa...

26 Ekim 2016 Çarşamba

Fetöyü kim korudu, kolladı?

Meclis Darbeyi Araştırma Komisyonunun çalışmaları, yakın tarihimizin gri ve karanlık alanlarını aydınlatmakta ve ülkemizin iç politik gündeminde "kim ne kadar sorumlu/suçlu" gibi bugüne aitliği kuşkulu tartışmalara kaynaklık etmekte, veri sağlamaktadır.
Sonuç itibariyle "Fetö'yü kim korudu, kolladı", 15 Temmuzun faturasını başka hangi adrese, bürokratlara kilitleyebiliriz ve en nihayetinde Hükümete nasıl çakarız? 

"Kimseyi ateşten korumaz kelimelerim"
Hükümet yetkilileri ve AkParti seçmeni, Gülen Cemaatinin, 2010'dan itibaren Fetö'ye dönüşmeye başladığını 17 Aralık 2013 tarihindeki meş'um darbe girişimiyle fark etmeye başladı. 7 Şubat 2012 tarihinde Hakan Fidan'in ifade vermek üzere savcılığa çağrılması ve bu surette Tayyip Bey'in hasta yatağında tutuklanarak tasfiye edilmek istenmesi, bilinen ilk Fetö girişimi oldu ise de bu durum, Gülen cemaatine kaynak (para, insan, pozisyon) temin eden genel dindar kitlenin karşısındaki benzerine empati yapmaya eğilimli olduğundan (onun kendisine benzer olduğunu sandığından) döneminde hakkıyla ve yeterince değerlendirilmedi. Tayyip Bey bile Ekrem Dumanlı'dan aldığı "o savcılar bizden değil" ifadesi ile yetindi, olayı takip etmedi. MİT'in bu olaya bir ekip tahsis ederek neler olduğunu anlamaya çalışması, ilk bakışta görev alanına girer gibi görünse de savcıların HSYK yerine istihbaratçılar tarafından soruşturulması, demokratik hukuk devleti teamülleri bakımından kabul edilebilir değildir. 
Bugünkü bilgilerimizle 2010-2012 döneminde cemaatten Fetö'ye dönüşümün tamamlandığı ve 2012'den itibaren yoğun bir şekilde Fetöcü yeni vizyon, misyon ve stratejilerin uygulamaya konulduğunu görüyoruz. Fetö medyası, hukuk zemininde yaşanan skandal, sahte delil ve iftiraları örtmekte başarılı bir performans sergiledi. Fetö'nün kendi varlığını korumak ve bulundukları kadroları ele geçirmek için başkalarını hiçbir ilkeye dayanmaksızın tasfiye etme stratejileri, dönemin bulanık ortamında yeterince görülemedi. Bütün bu değerlendirmeleri yaparken ülkenin nasıl bir siyasal zemin üzerinde olduğunu hatırlamakta yarar var. O çatışmacı zemin, Türkiye'de vesayet rejimini ayakta tutmaya çalışanların emeklerinin bir sonucu olarak Türkiye'ye zaman ve enerji kaybettirmiş, koca bir ülkeyi, etkisiz eleman gibi küvezde tutarak etrafında olan bitene bigane kalmasına yol açmıştır. Malum olduğu üzere bir sisteme müdehale edildiği aşamanın koşullarına göre sonuç alınır.
Başlangıç sorusuna geri dönelim: Fetöyü kim korudu, kolladı? Fetöyü fetöcüler dışında kimse koruyup kollamaz. Bu yapının, ülkenin geneli göz önünde bulundurulduğunda cemaat diye nitelenmesi, 17 Aralık 2013'e kadar geliyor. Demek ki, bu tarihten önce yapılmış her türlü kaynak transferleri, Fetöye değil Gülen Cemaati olarak adlandırılan yapıya açılmış avanslardır. "Ne istediniz de vermedik" söylemi, kendisine benzediğini sandığı için empati kurduğu ve dolayısı ile kolaylık sağladığı bir topluluğa yöneltilmiş bir ihanet suçlamasından başka nedir?



21 Ekim 2016 Cuma

Bahçeli ve Başkanlık Sistemi-2

Türkiye Gazetesi yazarı Fuat Uğur, 21.10.2016 tarihli yazısında Bahçeli'nin Başkanlık Stratejisine ilişkin bir değerlendirme yapıyor. Buna göre Fetönün MHP'nin ele geçirilmesi için bir milyar USD bütçe ayırdığı, Akşener'in geri dönmek için hukuki girişimlerine başlayacağını ilan ettiğine vurgu yapıyor.
2015 yılından bu yana parti içinde kadrolaşan Fetönün bir hayli yol aldığı ve tasfiyesinin seri, acısız ve gürültüsüz olmasının mümkün görülmediği de ortada. Uğur, Bahçeli'nin Başkanlık ...rejimi gelmesi halinde Meclis'in yasama fonksiyonu ile sınırlı işlev göreceği, bu cazibe önleyici durumun da partisinin ele geçirmek isteyenlerde motivasyon düşüşüne yol açacağı beklentisinde/stratejisinde olduğunu ifade ediyor.
Bahçeli, Fetönün MHP'yi ele geçirme tehdidini savuşturduktan sonra eskiden beri tanıdığımız yaralı parmakla işi olmayan geleneksel formatına, kendi şahsi fabrika ayarlarına geri dönecektir.
Bahçeli'nin Başkanlık Sistemi ile ilgili yeni geliştirdiği strateji, yukarıdaki açıklamalar ışığında kanaatimce Bahçeli'nin zeka ve vizyonuna yakışır, anlamlı bir yere oturmaktadır.


http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/fuat-ugur/593755.aspx


Tecrube

Hayat, bir tecrübe alanı ise her yaşadığımızdan sonuçlar çıkarmak suretiyle olan biteni yokluğa terk etmemek hem kendimiz hem de başkaları yararına; bundan ne öğrendiğimizi ortaya koymak yararlı olacaktır:
Askerliğimi kısa dönem levazım çavuşu olarak yaptım. Tugayın fırını ve yemekhanesi de bölüğümüze bağlıydı. Hizmet alan sayısı çok olunca yemekhanenin kapasitesi de büyük oluyor, dolayısı ile levazım bölüğünün kadrosu yetersiz kalıyor; bu durumda da yemekhane bölümünde işl...eri kesintisiz ve sorunsuz sürdürebilmek için tugayın diğer bölüklerinden geçici görevlendirme ile er temin ediliyordu.
Askerliğini yapanlar bilir, bölük dışı görevlendirme seçimi, ilgili komuta kademesi tarafından sür'atle fırsata dönüştürülür ve genel olarak kendi bölüğünde sosyal uyum sorunları çeken, psikopat, madde bağımlısı kişilere öncelik verilerek bölük dışı görevlendirme listesi oluşturulur. Arada birkaç düzgün insan evladının bulunması, kendi şiddetini kendisi üreten bu hababam kabusunu sona erdirmez. Bu duruma nezaret eden subay, astsubay ne yapsın? Daha psikopat birkaç çavuş bularak bu başıbozuk kitlenin uyum sorunları ile baş etmesini sağlamaya; taburun geneli için kabul edilebilir ve sürdürülebilir bir hizmet üretmeye çalışırlar.

Batsın bu dünya

Orhan Gencebay'ın Batsın bu dünya isimli ünlü şarkısı, depresyon halini, belirtilerini ustaca sayıp döken ancak bunu sözleri ile azami derecede uyumlu, içe dönük, insanın yüreğine dokunan bir melodi ile yapan, estetik değeri yüksek bir sanatsal çalışma. Artık klasik olmuş, zamanı aşan popülerliğinin gücünü de bu sahicilikten alıyor olmalı.
Halkın şarkıyı kabulü, bir şekilde kendi duygularına sözcülük yapması nedeniyle uyum ve özdeşleşme hususu, kanaatimce ancak 80'li yılları...n ortasına kadar çalışmış olabilir. 85'lerden sonra hele doksanlarda şarkının artık bir klasik olarak görünmesi nedeniyle olabilir: dinleyici nezdinde söz-müzik bağlantısının koptuğunu ve nostaljik değerinin öne çıktığını, geçmişinde depresyon yaşasın yaşamasın yaşı müsait dinleyicinin bu şarkı üzerinden kendi kişisel tarihine ve geçmiş duygularına erişim sağladığını düşünüyorum.

Ergenekon Madurunun bitmeyen öfkesi

NTV'deki bir tartışma programı vesilesiyle Ergenekon Davasında yargılandığı için uzun süre tutuklu kalmış bir Mağdurun, "Sizler Tayyip Bey'in 17/25 Aralık sonrası tepkileri sonucunda yaşanan gelişmeler üzerine bu cemaatin baskısından kurtuldunuz, bugünkü özgürlüğünüzü bir bakıma Tayyip Beye borçlusunuz" biçimindeki söylem karşısında şiddetle öfkelendiğini; beden dilinin de bu freni patlamış hale eşlik ettiğini gözlemledim.
Bu olay, bir kez daha aynı objeye bakıp farklı şeyler gördüğümüzü ortaya koydu. Mağdur, Tayyip Beyi, Ergenekon Savcılarına sahip çıkmakla ve "ne istediniz de vermedik" söylemi gibi çok anlaşılabilir, zayıf bir zemin üzerinden eleştiriyor. Fetöcü ekibin savcı, polis, asker görünümlü teröristlerini, kendine Tayyip Beyden daha yakın bulduğunu ima ediyor.
Belli ki, darmadağın olmamak, kendi psikolojik bütünlüğünü muhafaza etmek için konfor alanını, penceresini terk etmeye niyeti yok. Özgürlüğünü "düşman"ına borçlu olmak duygusunun ne kadar rahatsız edici olduğunun farkındayım. Ayrıca öyledir; empati bozar, haklılık peşindeki insanı. Bırakalım, bir ömrü, haklı olma takıntısıyla onay peşinde koşarak geçirsin, tarih dışı kalsın. Bu da O'nun seçimi.
Bu tekil gözlemden bir sosyoloji çıkar mı, emin değilim ancak öyle olduğunu sanıyorum. Algıyı pekiştirecek gelişmeler olduğunda; onu da paylaşırız. Ancak bu tip esnekliğini kaybetmiş bireylerin kendi psikolojik dengesini takıntılı bir şekilde olumsuzda kurmasından dolayı toplum geleceğine olumlu bir katkı sunması mümkün değildir.
O zaman "kime ve neden" ekran görünürlüğü sağlıyorsunuz?

Efruz Bey-1

Her şeyi bildiğini sanan yönetici ve hısımlarla çalışmak zordur. Bildiğinde ısrar eder çünkü; haklı olduğunun kabul edilmesini, egosuna pay çıkarılmasını ister. "Ulu Efendi" olduğu kanaatindedir ancak bu durumun mütevazı oluşu(!) gereği doğrudan telaffuz edilmesini istemez.
İçten içe etki alanındaki herkesin her şart altında otoritesine gönüllü bir katılım/destek verdiğini ya da vermediğini, boyun eğdiğini ya da eğmediğini bilmek ister.
Her aykırı düşüncenin kendisine yönelik bir meydan okuma, bir tehdit olduğu kanaatindedir. Direnme ve püskürtme gücünüz olmadan özgürce fikrinizi söylemeniz, güçlü tarafından sistemden tasfiyenizi gerektirir.
Bu gibi kendine hayran, narsist yöneticilerin çalışanlarında aradığı birincil yetenekler, hem iç hem de dış işlerinde hiçbir inisiyatif kullanmadan yöneticilerine bağımlı olmaları, harfiyen emirlerine uymaları, mutlak bir itaat içinde bulunmaları ve bütün bunları yaparken hiç bu kadar mutlu olmadıklarına dair ikna edici bir algıyı etraflarına yansıtabilmeleridir.
Efruz Bey adındaki bu yönetici tipin davranış biçimlerine değinmeye devam edeceğiz.

Karatay'ın başına gelenler

Geçen hafta Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Dr. Canan Karatay'ı hedef alan açıklamalar yaptı: Karatay'ın hamilelere yapılan diyabet testini (şeker yüklemesini) eleştirmesini yanlış bulmuş, ayrıca Karatay'ın ceviz yetiştiriciliği ile iştigal ettiği iddia ederek halkı ceviz tüketmeye davet etmesini etik dışı olarak nitelemişti.
Canan Hoca, şeker yüklemesi ile diyabetin tetiklendiğini dolayısı ile işlemin yarardan çok zarara yol açtığını ifade etmişti. Ceviz yetiştiriciliği konusunda... da böyle bir girişimi olmadığını beyan ederek iddiayı yalanlamıştı.
AkParti'nin ilk iki döneminde yaşanan sağlık devrimine kılavuzluk eden Recep Akdağ'ın, halk sağlığı ile ilgili konularda devasa ilaç sektörünü karşısına almaktan kaçınmayan ve doğru bildiklerini doğrudan; sözünü eğip bükmeden ifade eden bilge bir insanı, hedef alan suçlamalarına ne anlam vermek gerekir? Bilen biri yazarsa öğrenmiş oluruz. Yoksa izlemeye devam edeceğiz. Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğunu biliyoruz.
Bir de genetiği değiştirilmiş buğdaydan üretilen ekmek dahil her türlü unlu mamulün, insan bağırsağında yapısal deformasyona yol açan gluten intoleransına (allerjisi) yol açtığına dair söylemin bu çıkışlarla akamete uğratıldığını hatırlatalım.

İstanbul'un işgal tehditi

I. Dünya Savaşında, Müttefik gemileri Çanakkale'ye dayanınca, İstanbul'da bir telaş başlar. İttihat ve Terakki Partisi liderliği, şehirdeki tüm kamu ve hükümet binalarına, limanlara, istasyonlara, camii ve kiliselere patlayıcılar yerleştirirler. Şehir düşerse bunları havaya uçuracaklardır. ABD Sefiri Morgenthau, Talat Paşa'ya, "bari, Ayasofya'yı patlatmayın." deyince Talat Paşa, "ittihat ve Terakki Komitesi, içinde eski şeylere ehemmiyet veren insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bizler, 'yeni' şeylerden hoşlanırız" demişti.
(Kuzu Postuna Bürünmüş Kurtlar, sh.112)
Bu anekdotla Talat Bey'i, psikopatın önde gideni olarak tasnif etmek mümkün gibi görünse de; kanaatimce devletin, bizzat kendisini 'kurtaranlar' tarafından içinden çıkılmaz, geri dönüşsüz bir yola sokularak parçalandığını bilen ve gören bir yöneticinin, mesaj vermek istediği kitleye (ittifak Devletlerine) ciddiyeti ve yol açacakları sonuçlar hakkında bir meydan okuması olarak da görülebilir. Ya da iki durum, aynı anda doğru da olabilir.

Bahçeli ve Başkanlık Sistemi-1

Devlet Bahçeli'nin başkanlık sistemine ilişkin yapıcı bir tutum geliştirmesi, AkPartili seçmen ve her dereceden AkPartili yetkili nezdinde Bahçeli imgesine ölçüsüz/gerçeklerle bağdaşmayan bir sempati duygusunun oluşmasına yol açtı.
- Bahçeli'nin 17/25 Aralık Fetö operasyonlarına ilgi duyarak bu malzemeyi siyasetinde kullanması,
- Fetö tandanslı uydurulmuş delilleri her türlü karşı çıkışa rağmen sahiplenmesi,
- Dönemin Başbakanı, Tayyip Beyi idam ipiyle tehdit etmesi,
- Tay...yip Bey'in Fetö'ye karşı yürüttüğü mücadeleye hiçbir şekilde destek olmaması,
- Tüm anayasa değişikliği taleplerine olumsuz yaklaşması,
- Cumhurbaşkanı seçiminde Ekmelettin Bey'in bizzat Bahçeli tarafından öne sürülerek yekpare bir karşıt cephe oluşturulması,
- 7 Haziran seçimleri sonrası oluşan kırık seçim tablosunun tek parti iktidarına izin vermemesi nedeniyle Davutoğlu'nu CHP ile koalisyona icbar edip sonradan MHP'ye gelmesini umduğu küskün bir AkPartili seçmen kitlesi oluşturma çabaları vb.
olaylar, anladığım kadarıyla unutulmuş; hatta yer yer farklı bir okuma yapılarak müspet hareketlermiş gibi yansıtılıyor.
Ismet Özel, "her şeyi gördüm, içim rahat" diyordu. Ben de gördüm ve yazdım, "bu da geçti polis kayıtlarına"
Bahçeli, öncesinde olduğu gibi 7 Haziran sonrasında da nasıl bir usta stratejist olduğunu gösterdi. Aldığı kararlarda devleti ebet müddetin bekasından çok, tabanı eriyen partisini baraj altında kalmaktan kurtarmaya çalışan bir motivasyon vardı ve kanaatimce bu strateji, demokratik sistem çerçevesinde meşru ve anlaşılabilir bir hareket tarzıdır.


6 Ekim 2016 Perşembe

Rüzgar Çetin'in yol açtığı mağduriyet

Nerede duracağını bilmek, bir yetişkin olma kriteridir. Ancak çocukların bilme iştahıdır ki, tüm sorularına cevap ister.
Ünlü yönetmen Sinan Çetin'in oğlu Rüzgar Çetin, alkollü bir şekilde kullandığı aracının kontrolünü yitirince aracını, görevini yapmakta olan bir polisimize çarparak ölümüne neden oluyor.
Mahkeme sürecinden anlaşıldığına göre Sinan Çetin, iki çocuk annesi, şehit polis eşini, kan parası ve belki başka vaadler konusunda ikna ediyor. Kadın, şehit eşinin geri ...gelmeyeceğini bilmenin acısıyla belli ki tazminatı alarak kendisi ve çocukları için makul bir gelecek inşa edecek. Zaten tazminat, yoksun kalınan fırsatları karşılamak üzere mağdur tarafın aldığı bir bedeldir, yoksa ödül ya da kaybın tam bir karşılığı olmadığı çok açık... Ancak tazminat karşılığı mağdurun da davadaki haklarından vaz geçmesi, anlaşmayı dengeleyen bir başka uygulamadır.
Şehidin eşi, şüphesiz bir seçenek olarak davada ısrar edebilir, katilin en ağır cezayı alması için elinden geleni yapabilirdi.
İşte bir yetişkin olarak burada durmamız, mağdureyi savunmaya itecek sorulardan kaçınmamız ve zaten kendi ailesi için çok ağır bir karar vermiş olan şehit eşinin kararına saygı duymamız, O'nu yargılamamamız gerekiyor.
Bu kardeş, bir de toplum olarak bizim beklentilerimizi karşılamak zorunda değil.

5 Ekim 2016 Çarşamba

Bazı güncel gelişmeler, bağlantılar

Toplumsal işbölümü çerçevesinde toplumun güvenliği, istihbarat, polis ve jandarmaya tevdi edilmiş durumda. Bu sektörler, tehdit taramasını işlerinin bir parçası olarak her gün düzenli bir şekilde yapmak durumundalar. Misyonları bunu gerektiriyor yani. Halk, 15 Temmuz gibi özel ve şok edici, sistemi yöneten zihni ve organlarını kilitleyen tehditi gördüğünde sezgisel dürtülerini harekete geçirerek "bu kalkışmanın halli ile görevli insanlar istihdam ediyoruz, bana ne, onlar çözerler dememiş" inisiyatifi ele almış, şahsını riske etmiş ve yıllar boyu anlatılacak olan topu kale çizgisinden çıkaran o meşhur refleksi geliştirmiştir.
Muhtemel bir ikinci kalkışma durumunda da benzer bir süreç işleyecektir. Halkın psikolojisini, "ne zaman yeniden gelecekler?" biçiminde korku, kaygı zemininde bırakmak ancak halkı, yormak ve direncini kırmak isteyen darbeseverlerin isteyebileceği bir iş olabilir. Halk, yine büyük bir tehdit gördüğünde, sokağa inebileceği gibi seçim zamanı sandığa iradesini yansıtarak kendi kaderine sahip çıktığını ve çıkacağını gösterecektir. 
15 Temmuz'u izleyen günlerde halkın demokrasi nöbetlerine yoğun oranda katılım göstermesi, Türkiye toplumunun self (kendilik) imajında çok önemli değişimlerin yaşanmasına vesile oldu. Halk, tarihin aynasında kendini bizzat tarihi yazan bir özne olarak gördü. Ülkedeki hemen herkesin bildiği büyük bir olayın içinde kendisini görmek, kendi öyküsünü yazmak, hayatın rutinini aşan ve tek tek halka, neler yapabileceğini gösteren bir özgüven inşasına neden oldu. Bu davranış kalıbının bir aya yakın bir süre tekrar edilmesi, 'demokrasiyi koruyan, kollayan' demokrat kimliğinin gelişmesine ve içselleştirilmesine neden oldu. Katılımcıların eylemlerde gördükleri insanlarla benzerlik algısı taşıması, bir gruba ait olma ihtiyacını karşıladığı gibi ortak gelecek tasavvuru açısından da ümitli olmamızı sağlıyor.
Bütün enerjisini 15Temmuzda harcamış olan Fetönün, o tarihten bu yana hayatın pek çok alanında ortaya çıkan kirli çamaşırlarının toplumsal tabanda meydana getirdiği ayıltıcı, göz kamaştırıcı aydınlanma etkisi nedeniyle ülkemizde bir tehdit olarak bundan böyle varlığını sürdürebilmesi, kanaatimce mümkün olmaktan çıkmıştır. Hala tespit edilememiş olası kripto (gizli) Fetöcülerin birincil ve temel amacı, bulundukları kamusal ya da özel  pozisyonlarda kişisel varlıklarını korumak, tasfiye edilmemek olabilir. Bunun Fetö açısından yeniden kullanılma imkanı/riski doğurduğu açık olmakla birlikte kriptonun ana motivasyonu, örgütten farklı olarak o güne değin elde ettiği kazanımları korumak olacaktır. Bu durumda tüm vadelerde Fetö'nün ikinci kalkışmanın ana dinamosu olamayacağı aşikardır. ABD, Kasım ayında yaşayacağı seçimlerden sonra da Fetöyü kendi (ABD) küresel hegemonyasını sorunsuz bir şekilde işletebilme yeteneğine haiz olması nedeniyle istihdam etmeye devam edecek gibi görünüyor. Fetö networkü, kolayca bypass yapılacak, yerine başkalarının monte edilebileceği bir yapı değil çünkü. Kaldı ki, Fetö, ABD derin devletinin kendisine cephe alma riskine karşılık  ABD içinde bir B planı yaptığını düşünüyor da olabilir. 
Komplocu bir yaklaşım olarak Bülent Ecevit'in Başbakanlığı döneminde olmayan sağlık sorunları nedeniyle görevinden azil aşamasına geldiği hatırlanırsa Hillary Clinton'un seçimlere kısa bir süre kala ciddi sağlık sorunlarına sahip olduğu izleniminin kamuoyuna görüntüleriyle birlikte servis edilmesi arasındaki benzerliğin bir Fetö marifeti olup olmadığı tartışmalıdır. Bu senaryo, Fetö'nün uyum kabiliyetindeki başarısından ilham almaktadır ve doğruluğu çok mümkündür.
Bundan böyle, Fetö'nün geleceği, ABD'nin kendi iç sorununa dönüşmüştür. Ne yapacaklarını biraz da onlar düşünsün, öyle değil mi?
Ikinci kalkışma, kurgu sahibi Albayın ifade ettiği gibi Türkiye'yi parçalamak isteyen Batılı güçlerin ülke içinde 'bir başka gelecek tasavvuruna' sahip küskün bir sosyolojiyi motive edebilecekleri bilgisine, senaryosuna itibar ediyor. Ancak teorik de olsa bu tanıma uyan, "Kürt Aşiretler" dışında işçi sınıfı da dahil olmak üzere ikinci bir toplum kesiminin mevcut olmadığı görülüyorğ. Kürt Aşiretleri, gerek bu vesile ile yaptıkları devlete bağlılık açıklamaları, gerekse terör örgütünün aşiret yapısına yönelik saldırıları karşısında örgütle işbirliğine gitmelerinin intihar etmekten farksız olması nedeniyle iddia edilenin aksine sağlam durdukları ve duracakları açıktır.
Küresel ölçekte yaşanmakta olan ekonomik krizlerin etkilerinin yanısıra özellikle  uluslararası derecelendirme kuruluşlarının, Türkiye Ekonomisinin olumsuz  etkilenmesi amacıyla mesleki itibarlarını riske eden kararlar alıp açıklamalar yapmaları, içinden geçtiğimiz sürecin önemini ve kırılganlığını ortaya koyuyor. ABD'nin Suudi Arabistan'ın ülkesindeki varlıklarına terör mağdurlarını bahane ederek el koymaya hazırlandığı bu günlerde ekonomimiz için ihtiyaç duyacağımız uzun vadeli kaynakları nereden geleceği konusu da aydınlanmış oldu. 
Insanımızın, tepkisellikten, intikam duygusundan uzak, şükürden ve sabırdan beslenen bir ruh haline girmesi, en büyük temennimiz. Biz, değiştirebileceğimize odaklanıp korku ve kaygı zeminine yoğunlaşmamızı isteyenlerin beklentilerini boşa çıkardığımız oranda Güçlü Türkiye'yi inşa etmiş olacağız.

İş (Yeri) Tecrübeleri : 2001-2002


İşin dinamik doğasına "sistemik projeksiyon" ile bakmayı öğrendim. Burada bir şey yapmakla gerçekte sisteme ne katkı verdiğimizi, büyük resmin önemini burada kavradım.
Önemli bir eylem kararını, ikincil ve -her ne kadar imkansız olsa da- üçüncül etkilerini göz önünde bulundurarak almam gerektiğini öğrendim.
Et ve Süt sektörleri için satış bütçesi temelli fizibilite çalışmaları yaptım. (Evet, excel; gerçek hayatı, mevzuatı simule ettim.)
Mesleki anlamda ustalık eserimdi. Benzer tasarımda bir format ve çalışmanın varlığını duydum ama görmedim.
İşyerimin tahsis ettiği kaynaklarla tarafımca hazırlanmış olduğundan çalışmayı, bir kaç dost ile ana fikri dışında paylaşmak mümkün olmadı.
Bu konudan bahsetmek beni hala heyecanlandırır. Tipik bir doruk deneyimiydi.
Sonuç odaklı olanların anlayabileceği bir durum değil bu.

1 Ekim 2016 Cumartesi

İş (Yeri) Tecrübeleri : 1996-2001


İşin iktidar araçlarından biri olduğunu keşfettim. İş hayatında networkun önemini kavradım.
Takımı, ortak değerler etrafında toplamak, ortak hedeflere yönlendirmek önemli. Yoksa her grup aynı çerçeveyi daha alt düzeyde kurup iktidar mücadelesi yapabiliyor. Bu tür mücadeleleri, iş tanımı açısından anlamsız ve çocuksu; şirketin hedefleri açısından da tehlikeli buluyorum.
Yöneticilik tecrübemi burada kurumsallaştırdım. 30 yaşın, operasyonda...n yöneticiliğe geçmek için kritik eşik olduğunu gecikmeler halinde iyi bir yönetici olunamadığını fark ettim.
Bilgiyi paylaşmaya özen gösterdim.
Poula Coelho'nun cümlesinden "Bir yerde huzurunu ve mutluluğunu yitirdiğinde orayı terk etmenin aksi halde Tanrı tarafından doğru yola döndürülme tehlikesi ile karşı karşıya kalacağımı" anladım, çabaladım, olmadı. Özlük hakları, narkoz etkisi yapmıştı.

30 Eylül 2016 Cuma

İsmet Paşa ve Lozan

Birinci Dünya Harbi'nde yer almış, Kut Savaşına katılmış, İran'da ve Irak'ta başarılı operasyonlar yapmış olan Atatürk'ün dönem arkadaşı Ali İhsan Sabis Paşa, hatıralarında ateşkes zamanı ve sonrası Musul'u Ingilizlere terk etmediklerinden dolayı dönemin Hükümetince acil İstanbul'a çağırıldığını anlatır. İstanbul'a vardığında hiç beklemediği bir gelişme olur; İngilizlerce tevkif edilerek Malta'ya sürgüne gönderilir. Ankara'ya gidemediği için Malta'da huzursuzdur; bir fırsatını bulunca kaçar, Anadolu hareketine katılır. Geçmiş askeri performansından dolayı Ankara'da coşku ve iltifatla karşılanmıştır. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, rütbe ve liyakatça İsmet Paşa'nın üstünde olmasına rağmen bir düzen kurduklarını, buna göre Paşa'dan, İsmet Paşanın emri altındaki üç ordudan birinin başına geçmesini rica eder.
İsmet Paşa, Atatürk'ün isteği ile İstanbul'dan Ankara'ya biraz da gönülsüz olarak transfer edilmesinden kısa bir süre sonra Garp Cephesi komutanlığına atanmıştır.
Ali İhsan Paşa, dönemin egoist/küçük hesapların yapılacağı bir devir olmadığını, herkesin vatan savunması için elinden geleni azamisiyle yapması gereken bir dönemde olduklarını ifade eder. Görev yerine gider. Savaş yorgunu, teçhizatı eksik toplama askerlerini eğitime tabi tutar. Daha sonra bu ordunun yapacağı gösteri ve tatbikatlar, gözleme gelen Rus Kurmay heyetine izlettirilerek meşhur Sovyet Askeri yardımının önü açılmıştır. Ali ihsan Paşa, diğer iki ordunun yetersizliğinden yakınır ama bu ordular, kendi denetiminde olmadığından yapabileceği bir şey yoktur.
Paşa, hatıralarında daha sonra çok ciddi problemler yaşayacağı İsmet Paşa hakkında ilginç bir detaya yer verir. Buna göre Batı Cephesi Kurmay Heyetindeki subayların bir kısmı, cephede aileleri ile birlikte yaşamaktadır. Mesai saatleri içinde karargahda bulunan bu subaylar, daha sonra ev/lojmanlarına gitmekte ve savaş öncesinde yaptıkları gibi eşli, çocuklu düzenli bir hayat sürmektedirler. (Sistemik senkron/Uyum sorunu) İsmet Paşa da ailesiyle birlikte kalmakta ve mesai sonrası evine gitmektedir. Ali İhsan Paşa, bu tutumu eleştirir, ona göre bu mücadelede Mehmetçikle birlikte aynı frekansta, benzer koşulları yaşamak, sistemde sinerji (çoğalan olumlu etki) yaratmakta; aksi durum ise yabancılaşma, mekanik/ruhsuz bir girdi çıktı ilişkisi doğurmakta, sistemin entegre olmasını engellemektedir.
Paşa, İsmet Paşa'nın evcimen bir karakter olduğu saptamasında bulunur. Şüphesiz evcimen olmak bir kusur değil ancak bu tipte bir insandan da evden uzun süre ayrı kalmasını gerektirecek görevleri bihakkın yerine getirmesini beklemek yanlış olacaktır. İsmet Paşa'nın sinirli, öfkeli, çabuk karar veren yapısı da göz önünde bulundurulduğunda; diplomatik önemli bir tecrübesi olmadığı halde -Mudanya Mütarekesini örnek göstermek, anlamlı ve yeterli değildir- kendi içinde uyumsuz bir ekibin başı olarak neden Lozan'da görevlendirildiği konusunda tatminkar bir cevaba ulaşmış değiliz.
Lozan'da muhatabı olan çok sayıdaki müzakereci, İsmet Paşa'yı germekte ve maalesef ekibinden de iyi bir hizmet/performans alamamaktadır. Bazen Ankara'nın inisiyatif kullanması gerektiğini düşündüğü konulara ilişkin telgrafla şifreli mesajlar yazar, cevap bekler ancak kendisine genellikle geç dönüş yapıldığı kanaatindedir; görüşmeler süresince Başbakan Rauf Bey'in kendisiyle oynadığından kuşkulanacak ve döndüğünde de Rauf Beyi suçlayacaktır. Ancak gecikmenin kaynağının Atatürk olduğu, konuların sabır gerektirdiği de ortadadır.
İsmet Paşanın Lozan Heyetine atanması ve müzakerelerdeki ekip performansı konusunun gündeme gelmesi, dünü anlama, yarını inşa etme uğraşısı için büyük önem arz etmektedir.

19 Eylül 2016 Pazartesi

İş (Yeri) Tecrübeleri : 1990-1996


Bireysel anlamda işin doyum sağlayan bir araç olduğunu keşfettim, pek çok zirve deneyimi yaşadım.
Network, ete kemiğe bürünmüş bir şekilde ilk kez burada karşıma çıktı ancak ben dışındaydım.
Doyum veren bir işin, mutluluk da verdiğini duyumsadım.
Gaflet ettim ve ne yazık! İş kimliğimin özel hayatımı ele geçirmesine, diğer kimliklerimin alanını işgal etmesine izin verdim.

İş (Yeri) Tecrübeleri : 1989-1990


"Sahada yapılan çalışmaların bilgi düzeyine çıkarılamazsa işletmeye dönük pozitif bir katkı sağlamayacağını" öğrendim.
Bir motivasyon aracı olarak sabit maliyetli işlerin değişken maliyetli bir yapıya evrilmesiyle ilgili tasarladığımız matematiksel modelin çalıştığını ve somut bir verim artışına yol açtığını görmek heyecan vericiydi.
İş kimliğinin inşa edilen ve rıza gösterdikçe üzerime yapışan ve kendini çeşitlendiren bir karakteristik...te olduğunu müşehade ettim.
Operasyonel iş üzerinden nesneler arasındaki deterministik ilişkileri görmeyi, icra etmeyi ve giderek sistemi yönetmeyi öğrendim. Teknik olarak beslendim, işimin uzmanı oldum.
İkinci profesyonel iş tecrübemdi.
Oradayken evlendim.
Bugüne taşıyamadığım dostluklarım oldu, sitayişle andığım.

16 Eylül 2016 Cuma

GSMH-Şirketin ciro İlişkisi

Depresyon hastaları, gerek hastalık gerekse tedavi aşamalarında malum olduğu üzere bir yandan ilaç kullanılırken diğer yanda toplum içerisinde herkesle birebir ilişki kurularak geçirilmektedir.
Normal bir insan ile depresyondaki bir insanı, fizik olarak ayırt etmek zordur. Konuşmaya başlayınca suçlayan, bardağın sürekli boş tarafını gören ya da ortada bardak göremeyen, kendini ve kendine ait herşeyi küçümseyen vb. ışıksız zindanda kalmış bireylerdir, depresyon hastaları.
Bu hastaların tanı konmamış, aramızda dolaşanları da "bizden hiç bir şey" olmaz biçiminde beliren özgüvensizliklerini örneklemek için sıkça Apple, Microsoft, BP vb. şirketlerin ciroları ile ülkemiz GSMH'ları arasında mukayese yaparak ülke olarak tarih boyunca bir arpa boyu yol gidemediğimizi iddia etmekten anlaşılmaz bir zevk alırlar.
Tek tek uğraşmaktan yoruldum. Bazen Facebook gibi sosyal mecralarda da yayımlandığı için böyle iddialar, bunların yanlışlığını burada açıklayayım da gerekirse linkini paylaşır, kimseyi üzmeden bir aydınlanma sağlarız diye düşündüm:
Şirket ciroları ile ülkelerin bir yılda ürettiği mal ve hizmet toplamı anlamına gelen Gayri Safi Milli Hasılasını (GSMH) karşılaştırmak suretiyle yapılan bütün analizler, ekonomi disiplini açısından anlamsızdır; elmalarla armutları karşılaştırmak gibidir.
GSMH, mal ve hizmet üretimine katılan ekonomik birimlerin katma değerlerinin toplamıdır.
Şirketlerin katma değerleri de kabaca gelir tablolarındaki vergi öncesi kar demektir.
Yani Apple'ın cirosun Amerikan GSMH'na girmez, çünkü ürünlerinin Satılan Malın Maliyeti, tedarikçilerinin cirolarında görünür. O zaman vergi öncesi karı alırsın ki, katma değerin başkalarının performansından arındırılmış olur.
GSMH, bütün işletmelerin katma değerlerinin toplamıdır, cirolarının değil.


15 Eylül 2016 Perşembe

Muhteşem Başlangıçlar

Ulema, cühela, ehli dubara, ehli namus, ehli işret, ehli livata, hikayet ve ilan, rivayet ve beyan etmişlerdirki, Kuni kainattan 7079, isa mesihten 1681 ve Hicretten dahi 1059 yıl sonra, adına Konstantiniyye derler tarrakası ile meşhur bir kent vardı.


Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar, Giriş cümlesi

14 Eylül 2016 Çarşamba

Devlet Refleksi

IHH'nın Mavi Marmara Yardım Gemisinin İsrail Askerlerince saldırıya uğraması üzerine Tayyip Bey'in IHH organizasyonuna kendi hükümetlerinin izin verdiğini açıklaması ile sınırlarımızı ihlal eden Rus uçağının düşürülmesi üzerine Tayyip Bey'in "bir bakalım" temkinli duruşuna karşın Davutoğlu'nun "emri ben verdim" demesi aynı devlet refleksinin ifadesidir.
Her iki olayda da Başbakan, doğrudan bir talimat vermediği halde sorumluluğu gereği yetki kullanan STK ve devlet personelini koruma altına almışlar, androidlik yapmışlardır.
Davutoğlu'na sitem ve yer yer saldırıların olduğu bu günlerde hatırlatmak istedim.
Allah, adil olmamızı ister.

Rakka Operasyonu

Yaklaşan Rakka Operasyonuyla ilgili dolaylı gelişmeler oluyor: Amerika her ne kadar Türkiye'ye operasyonu birlikte yapmak istediğini ifade etmiş olsa da Bölgeye kendi askerini sevk etmeyeceğinden PYD'ye kendi askeri muamelesi yapmamızı istiyor. Türk Devletini temsil eden çeşitli yetkililer, PYD ile ilgili birbiri ile örtüşen, tutarlı açıklamalar yaparak bu iştirakin sahibinin terör örgütü olduğunu ve hiçbir nedenle bunlarla işbirliği yapılmayacağını ifade etmişlerdir. Bu çerçevede Rakka'ya düzenlenecek bir operasyonda Türkiye'nin işbirliği yapacağı bir müttefiki olmadığı gibi operasyonun başarılı olması halinde Türkiye'yi buradan çıkaramayacakları ve Işid adını verdikleri ucubenin ortadan kaldırılması sonucu Bölgede yapmak istedikleri tüm değişimleri de iptal etmek zorunda kalacakları açıktır.
O zaman...
Rakka Operasyonu?
Kim yapacak?
Başarı riskini kim alacak?

AkParti ne yapsın?

Televizyonlara yansıyan partilerin bayramlaşma görüntülerini izliyorum. Her iki muhalefet partisi yetkilileri, at izi it izine karışmasın uyarısında bulunurken AkPartili muhatapları, kılı kırk yardıklarını, bu tip istenmeyen durumlar olması halinde telafi edeceklerini beyan ediyorlar...
Bu diyalogların anlamı ne?
Fetö soruşturmasını teknik açıdan kim yürütüyor? AkParti mi?
AkParti mi, dört yıl önce Bankasya'da iki kez binbeşyüz liralık hesap hareketi yapmış bir polis görevlisini sigaya çekip -üstelik emekliliğine iki yıl varken-meslekten atıyor? Bu işleri yürüten yargı bürokrasisi değil mi? AkParti bu süreçlere nasıl müdehale edebilir ki? Olağanüstü hal mevzuatı, bu konuda yürütmenin yargıya müdehalesini öngören bir düzenleme içermiyor ki?
Bir tanıdık, "ne var diyor, Türk yargısına güvenmiyorlar mı?" Hiç mi vaktin yok, otur "Pardon" filmini izle diyeceğim ama yok... "Malını peşin satan" empati yoksunlarının kibriyle uğraşmak insanın zoruna gidiyor.

Yine Kimlik Sorunu

Akademisyen Sosyolog kimliğiyle tanıdığım Ferhat Kentel, 2015 yılında bir güzellik yapmış, eşini kaybetmiş neredeyse evsiz diyebileceğimiz Nijeryalı bir kadını yeni doğmuş küçük kızı ile birlikte evlerine almış... Kentel diyor ki, "öyle yiyecek, giyecek yardımı yapıp görmezlikten gelerek sorunu çözmüş olmuyorsunuz." Yani, benim yaptığım gibi evlat edinir, evinizi açarsanız daha yapısal ve dönüştürücü sonuçlar alırsınız demeye getiriyor. Ne dediğinizi üç noktalı, yoruma açık ifadelerle anlatır...sanız, mesajınızı insanların algılamasına bırakmışsınız demektir. Beni yanlış anladınız demek hakkınız olamaz. Düzgün cümle kursaydın denir, şahsa.
Anladığıma devam edeyim: İnsanlarına yardım etme niyeti ile Nijeryayı boşaltmamızı, insansızlaştırmamızı talep ediyor. Ne kadar akıl dolu ve antiemperyalist bir çözüm değil mi? Sosyolog kimliği, içinde insanın, toplumsalın olmayacağı bir çözüme götürmüş, kendisini; Kel'in başına ilaç sürememesi gibi bir duruma ulaştığı görülüyor.
Ardından eşi söze giriyor. Afrikalı kadınla farklı dinlerde olduklarını söylüyor. Kendileri müslüman, anne ve küçük çocuk hristiyanmış. Şu din ve ifade hürriyetine saygıya bakar mısınız?
Son olarak etnik kimliğe de vurgu yapıyor: çocuklar malum, Nijeryalı ama Güney Afrikalı demeyi tercih ediyor, kendisi Çerkes'miş, eşi Kentel de, "Yunanistan göçmeni Tekirdağlı"ymış. Ortadaki tek Türk, televizyonu izleyen ben mişim meğer. Bu öyle yansıttıkları gibi antimilliyetçilik ya da mikro milliyetçilik meselesi filan değil, problem olarak görülen tek kimlik, Türk olmak gibi görünüyor; oysa biliyoruz ki, Türk olmak bir etiket olmaktan öte inşa edilen bir kimliktir ve Türk Tarihinin getirdiği sorumluluğu taşımayı, yedi düvele meydan okuyan bir pozisyon almayı gerektirir. İnsan, doğuştan getirdiği, emek vermeden elde ettiği bir başka kimlik olan cinsel kimliğine yüklemekten kaçındığı -bunun bir önemi yok- değersizliğini, Allah'ın bir ayeti olan etnisitesine neden yükler?
"Evi Nepal'de kalmış, Slovakyalı bir salyangoz'dur ruhum" diyen, hep sığınmacı kalmış, bulunduğu ortamla, ev sahibiyle empati kurmaktan kaçınmış hatta yurdunu açtığı, sahip olduğunu paylaştığı için ondan (Türk'ten) içten içe nefret etmek... Kişisel bir merhamet hikayesinden çıkardığım sosyolojik sonuçlar, bunlar.

Büyükelçilerin iç işlerimize karışması

ABD büyükelçisinin dile gelip Türk Hükümetine ayar veren açıklamalarda bulunması üzerine fikir beyan etmesem olmazdı.
Türkiye, adı daha Osmanlı iken başlamıştı bu hastalıklı ilişki.
Evveli de var ama iç işlerimize karışmanın ötesinde Dışişleri Bakanının kim olacağına da karar vermişti, bir dönemin büyükelçileri. 1820'den 1839'a oradan yıkılışa kadar elçilikler, teker teker kurulacak Balkan Devletlerini tasarlamışlar, halkını önce ikna edip ardından özerklik ve bağımsızlık... süreçlerine kadar nezaret ederek tam bir baskı terörü estireceklerdi, imparatorluk coğrafyasında... Doğudaki Ermeni ve Suud talepleri de bu performansa ilave edilmelidir.
Bu müdehaleler, gücümüzle ilgili bir sonuç aslında. Zayıf ve borçlu olduğumuz dönemlerde büyükelçiler, diplomatik nezaketi bir kenera bırakarak aleni olarak devlete ayar vermişlerdir.
Yaşadığımız günlerde dış borcu olmadığından finansal bir darboğaz içinde de olmayan Devletimiz, Sinüs (yay) karakterli güç eğrisinde yukarıya doğru bir hareket içinde bulunuyor.
Bu uzun ve yakışıklı cümlenin anlamı şu: elçiye höt! diyeceksen, şimdi tam zamanı, evine bile gönderebilirsin ve bu da tarihte bir ilk olur.
Zaten adamlarda seçim var, oradaki dengeleri bile etkilemiş olursun. Arkasından ya savaş çıkar ya da (bonus olarak) Fetoyu iade ederler...

Yerel Yönetimler ve Kayyum Meselesi

Terör Örgütleriyle ilişkisi saptanan Belediye Başkanlarının görevini Kayyuma devretmesini düzenleyen Kanun Hükmünde Kararnamenin ilk uygulaması yapıldı.
Kayyum öncesi normal yerel yönetim uygulamalarında; Başkan'ın görevden alınması ya da hürriyetini tahdit gibi bir durumun ortaya çıkması halinde, Belediye Meclisi toplanarak kendi içinden bir üyeyi başkan olarak seçerdi. Kayyum düzenlemesi ile bu hükümler geçici olarak devre dışı bırakıldı.
Teoride ve normal şartlar altında; hukukun görevden aldığı seçilmiş Başkanın yerine, yine bir başka seçilmiş olan Meclis üyesinin, Meclis tarafından yapılan bir oylama sonucu seçilerek Başkan yapılmasını öngören düzenleme, demokrasinin ruhuna daha uygundur. Ancak HDP'nin başkanları, özerk şahıslar olmadığından Meclisin içinden seçilecek üyelerin Başkan olma uygulaması, eski Başkan'ın tasfiyesinden umulan sonuçları ya da mevcut sakıncaları ortadan kaldırmayacağı öngörüldüğünden; uygulamada Kandilden talimat almayacak tersine hizmet odaklı çalışacak Kayyum uygulamasını yürürlüğe sokuldu. Eski düzen olsaydı, Başkanın değişmesine rağmen suç unsuru değişmeyecek, Belediye imkanlarının terör örgütüne tahsis edilmesi devam edecekti.
Bu konu ile ilgilenen siyaset erbabı, dile getirdikleri görüşler ile büyük resimde hangi değişimleri öngördüklerine dikkat etmelidir.
Terör örgütü tasfiye edilene kadar bu tip uygulamalara gidilmesini destekliyorum.

9 Eylül 2016 Cuma

Obama ve Başının Belası Rodrigo Duterte

Obama, dünyanın kendisine yüklediği sempatiyi kötü yönetmenin sonuçlarını yaşıyor.
Bu konudaki son örnek Filipin Devlet Başkanı Rodrigo Duterte'ten geldi. Bu ilginç gelişmeyi ajanstan kısaltarak yayımlıyorum.
6 Eylül'de başlayacak Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği 2016 Liderler Zirvesi'ne ABD, Hindistan, Çin, Japonya, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerin devlet başkanları katılacak.
Laos'ta yapılacak toplantıya giderken uçakta gazetecilerin Çin'in Hangzhou şehrinde gerçekleşen... G20 zirvesinde
Obama'nın kendisi hakkındaki sözlerine ilişkin düşüncelerini sormaları üzerine Duterte,"Kimsenin benim davranışlarımı gözlemlemesi umurumda değil. (Obama için) Bana saygılı ol, Orospu çocuğu!Bana sorular ve ifadeler göndermeyin. O forumda size lanet edeceğim" dedi
Haziran ayında göreve gelmesinden bu yana geçen iki ay içinde 2 bin 400 uyuşturucu kaçakçısının öldürüldüğü Filipinler'de uyuşturucu kaçakçıları ile ilgili davranışları için ABD tarafından Duterte'ye uyarı yapılması bekleniyordu.
Obama, G20 de, Washington yönetiminin Filipinler için uyuşturucu ticaretinini önemli bir sorun olduğunun farkında olduklarını, "Ancak uyuşturucu kaçakçılarıyla mücadele konusunda Duterte hükümetinin uyguladığı politika konusunda kaygılarımız var" diyen Obama "Uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadelenin nasıl yapılacağı konusu hepimiz için ciddi bir şeydir. Bunu doğru şekilde yapmak gerekir" dedi.
Duterte ise Filipinler'de yasa dışı uyuşturucu kaçakçılığını ülkeden tamemen temizleyene kadar ülkeyi kan gölüne çeviremeye devam edeceğini açıkladı. Duterte, "Ülkedeki son uyuşturucu üreticisi öldürülene dek bizim mücadelemiz devam edecek Bunun kökü kazınana kadar daha çok kişi ölecek"
"İnsan hakları konusunda Obama'dan laf dinlemeyeceğini' söyleyen Duterte, ABD'li başkana hakaret etti. Obama'nın soru sorduğu durumda 'domuzlar gibi çamurda yuvarlanacaklarını' söyledi.
Filipinler lideri Duterte, uyuşturucu ticaretine karşı giriştiği savaşta "yasal sınırlar içerisinde" kaldığını iddia ederek, "Çocuk mu öldürdüm? Esad ya da diğer idiotlar gibi bomba mı attım?" diyerek kendini savundu.

6-7 Eylül 1955 ve Kayıplarımız

Ötekinin varlığı, sınırlarımızı da belirler, empati ve uyum yeteneklerimizi geliştirerek insan olma sürecimize olumlu katkı verir. Dünyada başka okuma, görüş, anlayış, inanış olduğunu görmek, başkasını kabul etmeyi, esnek olmayı sağlar, kesin inançlı (davar) olmaktan korur bizi.
6-7 Eylül olaylarıyla Türkiye toplumunun sosyolojisi değişti. Görünürde; 'gâvurları' kaçırınca tarihte hiç olmadığımız kadar homojen (Müslüman) bir toplum olduk. Oysa Millet, daha çok kısa bir süre önce Cumhuriyeti kuranlarca formatlanmış, eklektik bir kimlik değişim sürecinin içinden geçiyordu, dolayısı ile bu homojenize oluşun pratikte pozitif bir anlamı olamadı. Kızılelması olmayan ataerkil bir köylü toplumuyduk ve köyden kente göç, artan sanayileşme ile birlikte çok farklı-yeni kültürel ortalamalar üretmekteydi.
Yıllar sonra Nihat Genç, Ofli Hocaya "gâvurdan korkan müslümanluk, habu yüzyilda icat oldi" dedirtir. Öteki ile yüzleşmek, kendimizi anlamamızı, keşfetmemizi sağlar, gelişimimiz için probiyotik gibidir, bağışıklık sistemimizi destekler.
Gayrimüslimler, bizim insan kardeşlerimizdir.
6-7 Eylül, Türk Milletinin toplumsal gelişimini olumsuz etkilemiş siyasi bir operasyondur.

Numan Kurtulmuş ve ABD'nin Darbedeki Rolü

Numan Kurtulmuş, CNN Televizyonuna verdiği bir mülakatta gelen bir soru üzerine ABD'nin 15 Temmuz Darbesi'nde rolü olduğunu düşünmediğini ifade etmiş. Bu çıkışın tepkisel yorumlanmaması gerekir:
Numan Bey, Fetonun iadesi talebi ile ABD'nin darbeyi desteklemesi tezlerinin aynı anda ifade edilmesi halinde iadenin gerçekleşmeyeceğini öngörüyor olabilir. ABD'ye, darbeyi siz yaptınız; denmesinin getireceği pozisyon değişimi için henüz yeterli imkan olmadığı da ortada. Dolayısı ile... Numan Bey'in, ABD'yi suçsuz gören bir açıklama yapması, seçmenin bunu yanlış anlaması halinde -beyanını samimi düşüncesi sanması- elbette ciddi bir siyasi risktir ve bu riskin alınması, Türkiye'nin çıkarlarının başka bütün çıkarların üzerinde tutulduğunu göstermek bakımından da anlamlıdır.
Egemenlik yetkisini kullanan siyasetçimize, muhataplarına esenlik veren bu açıklaması için posta koymanın uygulanan stratejiyi bozacağı kanaatindeyim.
Kendimizin ve iade konusunda yetki kullanacak iyi niyetli Amerikalılar'ın işlerini kolaylaştıralım.

Çözüm Sürecinin tarafı olmak mı?

Türkiye'nin Güneydoğusunda terör örgütü ile devam etmekte olan fiili mücadelenin sona ermesi halinde;
"Bir çözüm olacak ve masanın karşı tarafında -terör örgütü ve onun bileşenlerinin yerine- halkın gerçek temsilcileri olacak" söylemine katılmıyorum.
Hayırlısı ile bu mücadelenin bitiminden sonra bir masanın kurulmayacağı; halkın sorunları, batıda nasıl çözümleniyorsa doğuda da benzer şekilde çözümleneceği kanaatindeyim.
Türkiye'de yöneten yönetilen yabancılaşması bitme süre...cindedir. Buradan geriye dönüşün, hayatın doğal akışında mümkün olmayacağı sosyolojik olarak ortadadır.
Kürdistan işçi partisi terör örgütünün bir sgk'sı olmadığından; örgüt, ömrünü bu yolda heba etmiş teröristlere makul bir gelecek vaad edememekte dolayısı ile kendini lağv da edememektedir.
Tüm sabit kapasiteli organizasyonlar gibi var olmak için hiç olmazsa bu sabit kapasiteyi doyuracak bir enerji girişine ihtiyaç duyacak dolayısı ile kendini istihdam edecek sosyolojik ve ekonomik koşulların sürmesini isteyecek; gerekirse bu koşulları bizzat kendisi yaratacaktır.
Huzurun tesisi için bu örgütün ortadan tümüyle kaldırılması en makul olanıdır.
Yönetime katılımın siyasi kanalları, halkımızın kullanımına açıktır. Terör örgütlerinin halkı temsil konusunda kimseye verebileceği pozitif bir motivasyon yoktur.

At izi, it izi

Başarısız darbe teşebbüsünün ardından ilan edilen olağanüstü hal ve mevzuatı, Hukuk Devleti'nin rutin çalışması sırasında yapılamayacak, yapılsa bile göreve iade gibi itirazlarla hüküm icra edemeyecek bir çok uygulamayı, yapılabilir hale getirdi. Böylelikle Fetöcü devlet çalışanlarının tasfiyesi ile başlayan süreç, terör örgütü sempatizanlarını da içine almaya başladı.
Devletin böylelikle bir çeşit bağırsak temizliği yaptığı ifade edilebilir. Bunun hızlı yapılması yolundaki ...söylemlere prensipte katılmakla birlikte şeffaf yapılması hususundaki isteklerin üzüm yemekten çok bağcıyı dövmeye yol açacağı endişesi ile hızı yavaşlatacağı kanaatindeyim.
Devlete meydan okuyan, devlet içinde bir devlet kurmak isteyen bu insanların, dürüst bir şekilde "kaybettik, kendiliğimizden sistem dışına çıkıyoruz" demeleri beklenmediğinden; olası yanlış kararların yol açacağı tahribatı önlemek üzere yargı yolu daha sonra açılmak kaydıyla sistem dışına atılmaları, zamanın ruhuna uygun bir işlemdir.
Ergenekon ve benzeri davalarda mağdur edilen sanıkların daha sonra tazminat almaları gibi uygulamaların önü, ileriki bir tarihten başlayacak şekilde açılmalıdır.
Son olarak sistem dışına atmanın kriterleri ve referanslar, mahkeme aşamasında kullanmak üzere geriye sorumluluk verecek şekilde arşivlenmeli, olası sabotaj ihbarları değerlendirilerek sürecin tıkanması ve manipüle edilmesinin önüne geçilmelidir.

29 Ağustos 2016 Pazartesi

Müdehalenin Ardından Suriyenin Geleceği

Ülkemiz içinde çeşitli şehirlerde abartılı terör eylemler, suikast girişimleri yapılıyor.
ABD, muhtemelen son bir yıldır Türkiye'de Fetö'nün darbe yapacağını bildiğinden yeni işbirlikçileri olarak Türkiye'de Fetöcüleri, Suriye'de de PYD'yi seçti, bu süre içinde Türkiye'deki mevcut yönetimi de olaylara karışmasın diye söylem düzeyinde (tutulmayacak sözler vermek gibi) oyalamakla yetindi.
Haziran başında Menbiç Saldırısı ile PYD, Türkiye'nin dönem itibariyle kırmızı çizgi olarak beyan ettiği Fırat'ın batısına geçmiş oldu. Türkiye'deki darbe, henüz kuvveden fiile geçmediğinden Türkiye'nin Menbiç yürüyüşünde PYD'ye saldırmaması için ABD, bir saptama yaptı, bir de söz verdi. Saptama, Menbiçi kuşatanın PYD değil PYD'nin de içinde bulunduğu Suriye Demokratik Güçleri adı verilen bir koalisyon olduğu yalanıydı. Söz de, Menbiç alındıktan sonra PYD'nin burayı bırakıp Fırat'ın doğusuna geri çekileceği vaadiydi. Nitekim, Menbiç'in alındığının ilan edilmesi bile Türkiye'deki darbe tarihine göre geciktirilmiş olabilir. 
Tabii, gerek söz, gerekse saptama, PYD'nin sorunu değildi; PYD, üzerine düşeni yapmış, Fırat'ın batısına geçerek Menbiç'i almış ve şimdi durumun meşrulaştırılmasını bekliyordu. Geri çekilmek, PYD'nin verdiği bir söz olmadığı gibi istediği bir hamle de değildi. 
ABD, kendi para birimi olan dolar'a benziyor: gerçek değeri 3 cent'i geçmeyen bir kağıt parçasına insanlar, üzerinde 100 dolar yazdığı için bu değeri veriyorlar.
Obama, Amerikan emperyalizmi rüyasının sonuçlarını, ülkesine tabutlarda cansız bir şekilde dönecek askerler üzerinden ödemek istemediğinden, üvey evlat edindiği PYD ile en azından bu yılın Kasım ayındaki başkanlık seçimlerine kadar birlikte yürümek tercihinde. Yani üç centlik ABD değerini, PYD sayesinde 100 dolarlık bir etkiye kavuşturmuş oluyor.
Ancak PYD, ABD ile konjonktürel bir işbirliği yaptığını ve kendini kullandırmaya devam ettiği müddetçe, ABD nezdinde bir değeri olacağını biliyor. O nedenle 'şimdi genişleme, genleşme zamanı' diyerek dünyada üretilmesi mümkün olmayan 'toprak maksimizasyonuna', işgale ağırlık veriyor. 
Hani ileride suların durulacağı dönem geldiğinde; elindekinin bir kısmını verdiğinde, kalan diğer toprağın üzerine; 80'lerin başında daha ortada photoshop filan yokken, stajını komşunun okumuş bir akrabasının referansıyla bulduğu bir reklam ajansında yapmış, asker kaçağı bir sosyopat amatörün grafiğini çizdiği, düzenleme yoksunu görseli, çaresizlikten bayrak diyerek göndere çekmenin hayalini kurmaktadır.
Türkiye, hayli zamandır pişirdiği Cerablus'a Özgür Suriye Ordusu ile birlikte girme senaryosunu, meşruiyet zemininde tutmak, kaş yapayım derken göz çıkarmamak, evdeki bulgurdan olmamak için bölge ile ilgili neredeyse tüm devletleri bilgilendirdi. Operasyonun başlayacağını artık herkes biliyordu ancak bunun bilinmesinin ilerleme esnasında ilave direnç dışında bir probleme vesile olması beklenmiyordu, nitekim öyle oldu. 
Türkiye, PKK koridorunu da kesen Cerablus operasyonuna başlayınca ilk tepki, bilenler için hiç de şaşırtıcı olmayacak bir biçimde PYD'den geldi. Salih Müslim adındaki PYD yöneticisi, fiziki bedeninin sınırlarını zorlayan bir duygusallıkla bu coğrafyanın tepkisel çocuklarından biri olduğunu ortaya koyan "erkeksi" (!) açıklamalar yaptı, Türkiye'ye meydan okudu. Aradan çok geçmeden Müslim, aklı başında birilerinden azar işitmiş olmalı ki bu defa Amerikan Dışişeri Bakanı Kerry, PYD'nin Fırat'ın doğusuna çekileceğini açıkladı. Ancak bölge hareketten önce söylemin iktidar olduğu günlere girdiğinden Kerry'nin bu açıklamasını, bir tespitten çok, PYD'ye söylenmiş bir mesaj, hatta öneri olarak görmek gerekiyor. 
Türkiye; PYD, Menbiç'i terk etmedikçe Suriye'de derinleşmek, Menbiç'i de ele geçirip PKK koridorunu iyice güdük bir proje haline getirmek istiyor.
Türkiye'nin Işid'le mücadelede PYD'yi kısıtlayan sonuçlar alması, Fırat'ın batısındaki temizliği izleyen dönemde doğusuna da operasyonel ilgi duyacağı anlamına geliyor. 
Kasım ayındaki yeni Başkan'ın seçimine kadar kendini PYD üzerinden ifade etmeye çalışan ABD'nin söylem düzeyinde 100 dolarlık ancak eylem düzeyinde 3 centlik etki gücü, Türkiye'nin önünde yeni fırsatlar açıyor. Bütün bu Işid ve PYD temizlikleri, son tahlilde Suriye'de Esat'ın kişi olarak gideceği ve Suriye toplumunun koftiden bir demokrasi tecrübesi yaşamasıyla sonuçlanacak gibi görünüyor. 
Ancak bu anlatıma ket vurabilecek bir faktör var: Türkiye içinde sıklıkla halen yaşanan ve   yaşanabilecek her açıdan abartılı teröristik faaliyetler. İnsanımızı, çaresiz hissettirecek bu bombalı eylemlerin 'uygulama failinin' sahada düşman kardeşlermiş gibi görünen ancak gerçekte/son tahlilde öyle olmayan PKK, PYD, Işid olduğu meydanda. Üstelik bütün bu örgütlerin kuklacısının da ABD'inde konuşlanmış bir hizip olduğu da ortada. Buna direnebildiğimiz ölçüde kendi politikalarını uygulayabilen bir ülke olacağız. Bize vatandaş olarak düşen görev, kendimizden farklı kimlikler taşıyan vatandaşlarımızla aramızda bir ayırım ve farklılık gözetmemektir. Kalanı, Hükümetimizin izleyeceği politikalar sınıfına girer.
Bu analizde Rusya'ya hiç değinmedim. Rusya, kanaatimce Türkiye'nin kendisine şeffaf davranmasını istiyor ve hatta bunu yeterli buluyor. Unutmayalım, Osmanlı Ermenilerini ayaklandırıp kendine bağlamak isteyen Rusya'ya en büyük engel İngiltere'den gelmişti. İngilizler, zayıf bir Osmanlı, Rusların sıcak denizlere inmesini daha fazla geciktirmez, bunu ancak bağımsız (özellikle Rusya'dan bağımsız) bir Ermenistan yapabilir deyip; ne alakaysa(!) içine Trabzon, Giresun, Ordu gibi Ermeni etnik kimliği ile ilgisi olmayan alanları da içerecek şekilde çizdiği haritaya 'Büyük Ermenistan' projesi adını vermişlerdi. 
İşte Suriyedeki PKK/PYD devlet hayali de Rusların sıcak deniz emellerine Büyük Ermeni projesinden sonra verilmiş ikinci bir Batı seddi niteliğindedir. Rusların bunu gördüğü ve tavrını konjonktürel olarak değişken belirlediği kanaatindeyim. 

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...