26 Haziran 2015 Cuma

Mimarlar Odası etiketinin altında ajitasyon

Kurumsal hukuk düzeninde suçlamalar, genelleme yolu ile ifade edildiğinde duygusal söylem düzeyinde kalır, hukuki herhangi bir sonuç elde edilemez; genelleme yapmakta ısrar etmek, faillerin sütre gerisinde saklanmalarına yardımcı olmayı sağlar.

Karanlıkta şarkı söylemeye benzer, genelleme yapmak. Hukuk, fail düzeyinde teknik çalışır. Kurumlar, çeşitli organlara yetki vererek temsil edilirler. Bu organlarda seçilmiş ya da atanmış insanlar vardır. Mimarlar Odası da bir kurumun... adıdır.

Cumhurbaşkanı, "Mimarlar Odası" ile şahsına yönelik saldırılara malzeme taşımak suretiyle destek görevini ifa eden "Mimarlar Odası Yetkilileri" arasında fark gözeterek asıl faillerin bulunması sürecine katkı vermelidir.

Yayınladığı Cumhurbaşkanının iftar raporu, bu raporu hazırlayanların aşağıdaki hususlarla malul olduğunu ortaya koydu:

1-Raporu hazırlayanların mesleki birikimleri yetersizdir. İşler bunların bildiği tarzda yapılsa işi veren çok büyük maliyetlere katlanmak zorunda kalır. (O masanın tek parça olduğu varsayımını zihninde bulunduran kişi, tutsağı olduğu korku ve endişelerini toplumla değil psikologuyla paylaşmalıdır.)

2-Yatırım mallarının maliyeti toplamının, misafir sayısına bölünmesiyle, iftarın kişisel maliyeti bulunmaz. Raporu hazırlayanlar, en temel işletmecilik bilgilerinden de mahrumdur.

3-Raporu hazırlayanlar, raporu kişisel isimleri ile değil Mimarlar Odası etiketiyle yayınlayıp adlarını gizledikleri için sorumluluk almaktan kaçınmışlar, saklanmışlardır.

4-Odayı temsil makamında bulunanlar, Odanın itibarı gibi kendi sorumluluklarında olan bir konuda gerekli özeni göstermeyerek mimar meslektaşlarına karşı etik suçu işlemişlerdir.

Bu raporu hazırlayanlarla onu kamuoyunda filtresiz yayınlayanlar, Erdoğan'a dönük bir algı oluşumu tesis etmeye çalışıyorlar. Bu kamuoyu oluşturmak isteyen herkesin hakkıdır. Ancak bu hak, iftira ve yalan haberlerle kullanılamaz. Sahici olmak zorundasınız.

 Sahici olmamanın hukuk nezdinde bir yaptırımı vardır, bu da teknik düzeyde faillerin kim olduğu ile başlayacak bir süreçtir. Cumhurbaşkanlığı Hukuk Müşavirliğinin, ilgili süreci bir an önce başlatmasını bekliyorum.

23 Haziran 2015 Salı

Koalisyonun Gri Yüzü

7 Haziran seçimlerinin üzerinden iki haftayı aşkın bir süre geçti. Milletvekilleri, mazbatalarını aldılar; olası koalisyon senaryoları üzerine çeşitli değerlendirmeler yapıldı, yapılıyor; 23 Haziran Salı günü meclis açıldı, yemin törenleri yapıldı; Cumhurbaşkanı, Başbakana hükümet kurma yetkisini tevdi ederek azami 45 gün içinde çözüme bağlanması gerekli süreci başlatacak.

Seçim sonuçlarını değerlendirdiğim 10 Haziran tarihli “Kararsız Denge: 7 Haziran Seçimleri” başlıklı yazımda (http://www.duyurugazetesi.com/haber.asp?icerikID=6423&B=Kararsiz-denge:-7-Haziran-secimleri) ifade ettiğim ana eğilim, zaman testinden başarıyla geçmeye devam ediyor; sapmaya yol açacak bir revizyon ihtiyacı öngörmüyor olmama rağmen tarihe not düşmek bağlamında bazı gelişmeleri yorumlayarak kayıt altına almak istiyorum:

Muhalefet parti başkanları, partilerinin seçim sonucundaki yerlerini, muhalefet olarak konumlandırmışlar; kendilerinin katılmadığı koalisyon oluşumlarının milli irade mesajı olduğunu iddia ederek sorumluluk almaktan kaçınmışlardır. Seçmen, iktidar olup ülkeyi yönetsin diye oy verdiği partinin, kendince bazı farklı amaçlarla bundan kaçındığını ve böylelikle kendi seçici iradesini değersizleştirildiğini görmektedir.

13 yıldır iktidarda bulunan ve bu seçimin de açık ara birinci partisi olan Ak Parti, seçimden günümüze kadar olan süreç içinde meclise giren diğer parti yetkililerince cüzzamlı muamelesi gören ifadelerle aşağılanmış ve hakir görülmüştür. Toplumsal gerginliğin oluşumunda muhalefetin önemli bir rolü bulunduğu bir kez daha bu surette anlaşılmıştır. (TBMM Başkanı seçiminde Meclis İradesi, AkParti adayının dışında bir isimde ittifak edip bu kişinin Başkan seçilmesini sağlarsa bu durum önümüzdeki dönemin maşeri vicdanında en büyük yarayı açmış olacaktır. AkParti açısından bu olay, erken seçimde halkın teveccühünün en somut gerekçesi olacaktır.)

Müzakerelerde, olumlu sonuç almak isteyen taraf, muhatabı ile benzeyen, ortak olduğu düşünülen yönlerini öne çıkararak mesafe almak ister. Yaşanan süreç, farklılıkların, ‘vitrin samimiyeti’nin ve ilkesel tutarlılıkların öne çıkarıldığı bir dönem olmuştur. AkPartinin iktidardan uzaklaştırılıp yeni bir düzen kurulmasındaki samimiyetinin ve fedakarlığının boyutlarını göstermesi bakımından Kılıçdaroğlu, MHP yönetimine Başbakanlık önerisi götürerek Türk Siyaset tarihinde unutulmayacak bir iz daha bırakmış olmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun bu hareketi, MHP’nin kendi söylemleri ile kendisini kilitleyerek olası bir CHP+AkParti koalisyonu için bir altyapı girişimi olarak okunabilir. Kılıçdaroğlu’nun mevzi de olsa seçmenine götürebileceği hikayesi olacak mıdır? Bir taraftan buna gayret ettiği ancak diğer taraftan sömürge valisi (seçimi kazanmış bir lider) edasıyla 14 maddelik listeler dikte etmekte, AkPartinin etki alanında olmayan, halkın %52’lik oyu ile makamında bulunan Cumhurbaşkanına, rol biçen yaptırımlar içeren koşullar açıklayarak tutarsız davranmaktadır.

Öte yandan daha önce Ergenekon ve Balyoz davalarıyla dikkatleri çeken Gülen Örgütü Emniyet Bağlantılarının, sahte delil üretimindeki enteresan performansı, ilgili davaları sabote edip ortadan kaldırdığı gibi 17/25 Aralık operasyonlarının meşruiyetine de gölge düşürerek başta Cumhurbaşkanı olmak üzere AkPartili bir dizi ismin haksız yere suçlanmasına vesile olmuştu. Devam eden süreçte adaleti tesis etmekten çok Cumhurbaşkanı ve AkParti’ye zarar vermek suretiyle siyasi bir amaca hizmet eden girişimler, Meclis’te AkPartili Bakanların yüce divana gönderilmemesi sonucu sukutu hayale uğramıştı. Eski bakanların objektif yargılanabileceği koşulların oluşmasını beklerken adaleti tesis etmekten çok kendi siyasi öngörülerine erişmek güdüsüyle harekete geçen ve koalisyon müzakerelerine bu davalarla ilgili koşullar koyan zekanın, bu ülkeye verebileceği bir gelecek, umut, vizyon olmadığını söylemek makul bir saptama olacaktır.

Bütün bu süreçte önemli bir çıkış yakalayarak sürpriz yapan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dır. Seçim öncesi, meydanlara çıkanı; seçim sonrası da sağlıklı bir koalisyona ebelik yapmak istediğini beyan ettiği için anayasal yetkilerini aştığı suçlamaları ile karşılaşan, Abdullah Gül’ün danışmanı üzerinden tepkisel, saldırgan, kavgacı ve gerilim yanlısı bir politikacı olduğu iması ile getirilmek istenen kifayetsizlik nitelemesi, ayrıca son dönemde Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayından Çankaya’ya dönmesine ilişkin dost ateşine maruz kalması gibi olayların amacı, Tayyip Bey ‘in kimyasını bozmak ve onu altından kalkamayacağı tepkisel, kendini savunurken karşı tarafa saldıran biri olarak resmetmek iken Tayyip Bey, bu beklentilerin tamamını boşa çıkardığı gibi seçim sonuçlarına sandığa giderek katkı vermiş tüm seçmenleri, sandık sonuçlarına yargılamadan sahip çıkması nedeniyle onore eden ve stratejisinde bu sonuçları önyargısız kullanan, bunların meşruiyetine ilişkin yer yer itirazları olmasına rağmen seçmene, dolayısı ile demokrasi pratiğine saygısızlık olmasın diye bunları seslendirmekten kaçınan, partileri ve onları yöneten kadroları, oylarının hakkını vermeye dolayısı ile uzlaşmaya çağıran akil adam, bilge siyasetçi tavırları geliştirmiş, toplumda ümit duygusunun yeniden uyanmasına vesile olmuştur.

Bu süreçte ortaya çıkan Abdullah Gül faktörüne de değinmek istiyorum: Abdullah Gül, Tayyip Beyle pek çok ortak değeri paylaşmasına rağmen kişilik özellikleri itibariyle çok farklı bir karakter çizmektedir. Ülkeyi yönetme bakımından görebildiğim kadarıyla Abdullah Gül, kendisi adına Türkiye’nin temel meselelerinde harekete geçmek için yeterince gerekçe oluşturamadığından aktif olamamaktadır. Gezi olaylarını zamanında ve etkin bir şekilde okuyamaması, Hakan Fidan’ın 7 Şubat’ta emniyete çağrılması sürecinde tehditleri öngörememesi, 29 Mayıs 2015 İstanbul’un Fethi Kutlamalarına katılmaması, gibi örnekleri Gül’ün liderliği ve vizyonu konusunda tereddüt doğurmaktadır. Gül’ün iyi bir ikinci adam olabileceği gerçeği kendisini küçültmez. Cumhurbaşkanlığı tecrubesi, kariyerinde geriye dönük bir esneme yapmasını gerektirmekte ise de mevcut motivasyonunun buna uygun olduğunu sanmıyorum. Dolayısı ile Gül’den Türk Siyasi hayatına bundan sonrası için birinci dereceden bir aktör olarak katkı beklemek kanaatimce mümkün görülmemektedir.

Görebildiğim kadarıyla halkta bir görüş toparlanması yaşanıyor. Gerek gelirinin artması nedeniyle sözünün dinlenmesini talep eden halk kesimleri, gerekse Allah’ın verdiği ve mevcut hükümetin ifadesini kolaylaştırdığı etnik kimliğini gerekçe göstererek bu defalık arkasında terör örgütü bulunan siyasi partiye destek olan halk kesimleri, ortaya çıkan AkPartinin tek başına hükümet kuramaması sonucundan rahatsızlık duymaktadırlar.

Bu gelişmelerin ışığında koalisyon görüşmelerinin olumlu bir sonuç vermeyeceğine dair olan beklentimi sürdürüyor, en yakın sürede bir erken seçim yapılma kararı alınacağına ilişkin saptamamı teyit ediyorum.

12 Haziran 2015 Cuma

Pendik Kadın Girişimci İş Geliştirme Merkezi Afişleri

 
Kadın Girişimci fikrini temsil etmek üzere grafik sanatçıları, Kenan Kocaman ve Emine Kocaman tarafından tasarlanan Kadın Atlas Afişlerini beğenilerinize sunmak istiyorum. Pazarda gördüğü fırsatı değerlendirmek üzere ihtiyaç duyduğu tüm üretim faktörlerini bir araya getirip bütün dünyanın yükünü sırtlayan ve adına girişimci denen bu insanları çıktıkları bu kutlu yolda tebrik ediyor, başarılı işler yapmalarını temenni ediyorum.
 
 
 





10 Haziran 2015 Çarşamba

KARARSIZ DENGE : 7 Haziran Seçimleri


Seçim arefesindeki yazımda, ülke olarak tarihsel bir eşikte bulunduğumuzu, seçimin sonucuna göre ya tarihteki misyonumuza uygun Büyük Türkiye yürüyüşüne devam etme ya da kenara çekilip kurban rolünü oynamayı tercih edeceğimizi yazdım. Beni yanıltan bir gelişme oldu ve üçüncü bir seçenek ortaya çıktı: kararsız denge hali.

Ak Parti, %41 oranında oy alarak seçimlerden birinci parti çıktı ve yürürlükteki seçim tekniğinin bir sonucu olarak 258 milletvekili çıkardı. Bu rakam, tek başına hükümet kurmak için gerekli olan 275 sınırının altında kaldığı için mevcut hükümetin yenilenerek yola devam etmesini önlüyor.

Bir önceki seçimlerde %49 oranında oy alan Ak Parti’nin bu seçimde %41 oranında oy alması, bu partiye gönül verenleri hayal kırıklığına uğrattı, yer yer sevincini yaşayamayan insanlar gördük. Seçim sonuçlarını değerlendirme açısından fırsattan çok tehdide odaklanıyor, insanımız. Bu gibi durumlarda doğal refleks davranışlar, inkar, suçlama ve bastırma süreçleridir. Bastırma hariç diğerleri yaşandı. Bir kez daha anladık, “gerçeklik önemli değildir; algı, her şeydir.” ve “hayatta mutsuzluğun kaynağı, abartılı beklentilerdir.”

Her seçim sonucu, kendi döneminin sosyolojisidir. Geçmiş yıl seçimlerindeki oy oranlarının karşılaştırılması, ancak eğilimleri, yönelişleri yorumlamak bakımından önem taşır. Yoksa malumunuz, seçim sabahı, bütün partiler %0’dan başlar ve oy aldıkça yüzdesel olarak gelişme gösterirler. Bir önceki seçimde %49 oy alan parti, seçim sabahı, %49 ile başlayıp vatandaşlar oy kullandıkça %41’e geri gelmez. Bu seçimlerde Ak Parti’nin aldığı %41 oranındaki oy miktarı, kendisinden sonra gelen en büyük iki partinin oylarının toplamı kadardır ve fevkalade iyi bir orandır. Tayyip Beyin liderliğindeki oranların altında olmakla birlikte Türk Demokrasi tarihindeki en yüksek oy oranlarından biridir. O zaman yüksek beklentilerin yanlış olduğunu kabul ederek elde edilen başarının hakkını verelim. Bu oranın çıkmasını sağlayan seçmenleri ve parti teşkilatlarını tebrik edelim. Bu oy oranı ile tek başına hükümeti kuramamak, teknik açıdan seçim sisteminin bir sonucudur ve sürpriz bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın ifade ettiği Başkanlık sisteminin neden zaruri olduğunu da açıkça göstermektedir. Bu oy ve milletvekili dağılımları ile siyaseten ülkenin dengeye gelmesi beklenemez. Başkanlık sistemi olsaydı, bu yapı ile Başkanı dengeleyecek olan parlamento oluşturulur ve yönetim, bizzat Başkan tarafından sağlanırdı. Seçim tablosundan çıkarılacak en önemli sonuç budur.

Yedi düvel bir araya gelmiş ve Ak Parti, %41’e kadar geriletilebilmiş, aynı grubun enerjisi ile HDP, %13’e kadar çıkarılabilmiştir. Seçimlere parti olarak girme riskini alan HDP siyasetçileri, bu kararları ile onaylandıklarını, takdir gördüklerini ifade etmekte haksız sayılmazlar. Her ne kadar emanet oy kavramı ile mütevazı takılsalar da bütün partilerin oylarının emanet oy olduğu gerçeği karşısında partilerinin ölçeğini büyüttükleri ve bu oy oranının ağırlığını nasıl taşıyacakları merak konusu.

Terör örgütü yöneticileri, hiç ummadıkları yeni bir problemin sahibi olmuşlardır: 80 milletvekili ve ana akım medyaca desteklenen Demirtaş önderliğindeki siyasi oluşum, ne kadar kontrolde kalacaktır? Ömrünü terör eylemleriyle geçirmiş, düzenli bir aile hayatı kuramamış, birkaç problemli çocuk dışında kimsenin kahramanı olmamış dolayısı ile ihtiyacı olan sevgi ve saygıyı normal yollardan alamamış terör örgütü yöneticilerinin egoları, Demirtaş’ın popülerliğine nasıl ve ne kadar sabredecek?

Seçimlerden sonra bazı Ak Partili siyasilerin hatta seçmenlerin oy verme hakkını HDP’den yana kullanmış olan insanları, ötekileştiren beyanlarda bulunmaları, bölgeye yapılan devlet yatırımları nedeniyle onlara hain demeleri ve ihanet içinde bulunmakla itham etmeleri çok yanlış ve talihsiz olmuştur. Gerek Cumhurbaşkanı, gerekse Başbakan, mitinglerinde HDP’nin antidemokratik bir yapı üzerine inşa edildiğini anlatmak, vurgulamak için terör örgütünün bölge insanını, seçimleri hususunda tehdit ettiğini seslendirmişler; seçimlerden kısa bir süre önce Sabah Gazetesi, manşetten “terör örgütünün, seçmeni ölümle tehdit ettiğini” yazarak farkında olmadan terör örgütünün propagandasını gazetenin ulaşabildiği halk kitlelerine iletmiştir. Şu halde alenen bölgede terör örgütünün tehdidi altında bir seçim yapılmış ve bilindiği kadarı ile bu durumu engelleyen bir yapı oluşturulamadığı için malum seçim -sonuç -tablosu ortaya çıkmıştır. Tehdit altındaki bölge insanına kızıp hain demenin tepkisellik dışında bir mantığı yoktur. Öte yandan özellikle sosyal medyada HDP seçmenini aşağılayıp ötekileştiren bir dil kullananların bu seçmenleri, hakları olmadığı halde HDP’ye zimmetlediklerinin farkında olup olmadıklarını sorgulamak lazım. Tepkisel insanlar, kendilerine, Ak Parti’ye hatta Türk Demokrasisine zarar veriyor.

MHP ve CHP, Ak Parti karşıtı söylemler üretmek dışında başka hiçbir şey yapmadan, hatta performanslarından bağımsız bir şekilde seçmeninden oy alıyor. Bu davranış psikolojisi, bir başka yazının konusu olabilir.

Bundan Sonra Ne Olacak?

Ak Parti dışındaki partilerin, iktidar diye bir hedeflerinin olmadığı hemen seçimlerin akabinde ortaya çıktı. Seçmen, bunu önemser.

Davutoğlu, Cumhurbaşkanından hükümet kurma yetkisini alınca sırasıyla CHP, MHP ve HDP ile bir şekilde görüşecek. Bunlardan ilk ikisi Davutoğlu’na randevu bile vermeyebilir. Önemli değil. Önemli olan hükümet etme arzu ve isteğini görünür kılmaktır.

CHP, kurulduğu günden bu yana kategorik olarak Ak Parti ile uzlaşmaz, asimetrik, reaktif/tepkisel bir politika izlemektedir Bu irrasyonel davranış, Baykal’ın görevi Kılıçdaroğlu’na devrinden bu yana da devam etmektedir.

MHP, Ak Parti ile koalisyon seçeneğine neden olumsuz bakıyor? Geçen yazıda da belirtmiştim. Bu iki parti benzer tabana sahip, dolayısı ile zaten süreç içinde MHP’den Ak Parti’ye taban kayması oluyordu. MHP yönetimi, bu süreci durdurmak için olur olmaz mümkün olan tüm konularda –kendi inandığı değerlerle çelişse bile- Ak Parti’ye ve Cumhurbaşkanına muhalefet etmeyi bir görev bildi. Benzer partilerin kurduğu koalisyonlarda süreç, büyük partiden yana işler; küçük partinin tabanı büyük partide toplanır. Bu nedenle muhtemel bir Ak Parti, MHP koalisyonu, her şeyden önce bu tip sistem davranışlarını iyi bilen Bahçeli tarafından bir varlık tehdidi olarak algılanacak ve yaygın beklentinin aksine gerçekleşmeyecektir.

Birbirine zıt partilerin kuracakları koalisyonda sistem, küçük partiden yana çalışır, küçüğü büyütür, büyüğün tabanını kaybetmesine yol açar. Bu nedenle, HDP ile yapılacak bir koalisyonun kaybedeni Ak Parti olacaktır. Tersi olsaydı bile, terör örgütünün partisiyle koalisyona girmek, Ak Parti için pratikte mümkün değildir. Ancak bu durumun tepkisel bir davranış kalıbı ile ifade edilmesi, her şeyden önce HDP seçmenine saygısızlıktır. HDP'nin kategorik olarak ret edilmesi, seçmenlerini birbirine yaklaştırır, kimlik geliştirmelerine yol açar, kemikleşirler. Bu durumda HDP tabanı, katılaşır, seyyaliyetini yitirir. Koalisyon görüşmesi yapmanıza rağmen çeşitli nedenlerle uzlaşamadığınızda koalisyon olmaz. Bu durumda HDP seçmeni, oy verdiği partiyi, dolayısı ile kendisini muhatap aldığı için Ak Partiye sempati besler, yakınlaşır, sıcak bakar. Uzlaşmadığı için HDP'ye kızar, HDP’ye oy verdiğini bilen “şahitlerin” olduğu dost meclislerinde “sorguya çekilmemişse” yine gelir, Ak Partiye oy verir. Bazen garip ya da tutarsız davranışlar gösterdiğinde dostlarımızın bu durumunu görmemeyi seçeriz, şahidi olmamaya çalışırız, bu durumun. Yoksa bir nevi ar perdesi yırtılır, dostunuzda kuyruk, sizde evlat acısı, eskisi gibi devam edemezsiniz. İşte bunu engellemek için göreceğiniz ve görmezden geleceklerinizi seçmeniz gerekir.

Süreç, yukarıdaki gibi işlerse; erken seçim, mukadder olur.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Tarihsel Eşik: 7 Haziran Seçimleri

Bu pazar günü, kim iktidar olsun, bizi kim, hangi parti, hangi bakış açısı yönetsin diye seçim yapacağız.
 
Bu seçimi, insanımızın yürüyüşü açısından tarihsel bir eşik olarak görüyorum. Çıkacak sonuçlara göre tarihi misyonun devamı ya da oyun dışına çıkıp hakkında verilecek kararı bekleyen kurban rollerinden biri ile devam edeceğiz.

2200 yıllık devlet olma maceramız, çok şükür bu güne değin değişik hanedan adları altında kesintiye uğramadan süregeldi. Batı istikametindeki yürüyüşümüz, Viyana Bozgunu ile ciddi bir darbe aldı ve geriye püskürtüldü: 240 yıl süren bu geri çekilme ve parçalanma süreci, Anayurda doğru akan göçlere rağmen milleti, bir yandan mali ve fiziksel kayıplara uğratırken, diğer yandan onu kendisi yapan özgüveninde de ciddi sorunlara yol açtı. Artık küresel bir aktör değildik. Tutunduğumuz bu coğrafyayı da kaybetme korkusu, yöneticilerimizi akıl dışı tutumlara sevk etti. Bizi biz yapan kimliklerimizin içini boşalttı ve yeniden tanımladı, yöneticilerimiz. Böylece, tarihte özne olmak gibi başımıza her türlü badireyi açmış olan tutumumuzdan vaz geçecek ve bizi gerileten düşmanlarımızla dost olup kendimizi korumaya almış olacaktık.
 
Geçmişi yeniden ama travmatik bir biçimde kurguladı, bu bürokratik kadro. Türkçe ezan ve namaz, Türkçe ibadet, Müslümanlığın; Hititler, Frigler ve Urartular gibi Anadoluyu mesken tutmuş geçmiş uygarlıklar da Türk kimliğinin yeniden kodlanmasında kullanıldı. Dış kıyafet, şapka ile bütünleştirilip yeni törenler ve kutlama alışkanlıkları ihdas edildi, imparatorluk günlerinden kader birliği yaptığımız ve birlikte geri çekildiğimiz kardeş etnik kimlikler, kültürel kalıntı muamelesi gördü, aynı bürokratlarca. Bu kardeşlerimizin kendi dil ve kültürleriyle bağlantılı tezahürlerinin sürekliliği engellenmek istendi… Şeklen karşıtımıza, ruhen de tarih şuurundan bihaber, dolayısı ile ortak hedefleri olmayan, kimliksiz bir topluma dönüşüyorduk.
 
Bugün, adına bürokratik oligarşi dediğimiz dünün üzerimizde bedensel ve ruhsal operasyonlar yapan bu güruhu, kendini CHP’de konuşlandırmış durumda. Bunlar, devleti kuran irade olduklarını sanmakla devleti yönetme arasında bir benzerlik kurmakta ve garip bir şekilde hiçbir dönem, iktidar hazırlığı yapmamaktadırlar. 2015 yılında bile kullandıkları medya reklamlarında iktidar olmanın sıra meselesi olduğu ima etmekte ve artık sıranın kendilerine geldiği inancıyla kurulacak bir koalisyonun amiral gemisi olmak istemektedirler. Seçim öncesi Ak Partiyi alkışlayarak kendine yer açmaya çalışan bu kadronun, seçim sonrası yine alkışlarla ait oldukları seyirci tribünlerine yönlendirilmeleri, hiç sürpriz olmaz.

Kürtleri temsil iddiasındaki terör örgütü, yok edilemediği için kendini başarılı sayıyor ama kazanım olarak gördüğü ve pazarladığı her şey, aslında Ak Parti’nin devleti, millete adapte etme çabasının bir sonucu. Avuçlarını yalasınlar, kısa vadede insanları aldatıp şirin görünebilirler çünkü medyanın önemli bir kısmı, onların böyle görünmesi için propaganda yapıyor. Milletin ferasetine, sezgisine güveniyor, inanıyor, saygı duyuyoruz.
MHP, SP ve BBP gibi partilerin Ak Parti ile ideolojik planda benzerlikleri, farklılıklarından fazla. Ak Parti ile karşılaştırıldığında bu partileri özgün kılan bir husus olmadığından, Ak Parti’nin büyük oranda Tayyip Erdoğan’ın karizmasından ve iktidarı boyunca yapıp etmelerinden dolayı, çekim alanının merkezinde bulunması doğal karşılanmalıdır. Sürecin kendi tabanlarını Ak Parti’ye kaydırmasından endişe eden bu parti yönetimlerinin, mevcut kurumsal yapılarını sürdürebilmek için büyük küçük her türlü meselede Ak Parti’ye muhalefet ederek kendi değerleri ile çelişen tavırlar geliştirdiğini üzülerek görüyoruz. Ancak buna direnemezler: Örneğin, Bayırbucak Türkmenlerine yardım etmenin hesabını soramaz bu partiler. Ak Parti, Büyük Türkiye Vizyonunda yanlış yapmadığı sürece, bu partilerin tıpkı Numan Kurtulmuş’un Has Partisi gibi Ak Parti’ye katılmasını ve kalan tabanın enerjilerini Ak Parti hareketine yönlendirmesini, tarihi bir teamül olarak görüyorum.

Ak Parti, 2002’den bu yana toplum devlet ilişkisinde milletten taraf olarak normalleşmeyi sağlamaya, devleti milletle uyumlu hale getirmeye çalışıyor. Bu alanlardaki iyileşmeler, milletin gerileme dönemindeki yaralarını sardığı, toparlandığı anlamına geliyor. Dolayısı ile Türkiye’nin tarihsel misyonuna dönmesi, suların yokuş aşağı akması gibi doğal bir süreç.

Hepimiz kendi yaşadığımız tarihsel kesitin şahitleriyiz. Gönül, her şey benim zamanımda olsun, gözümle göreyim diyor. Bu yolculuk, sürücü koltuğunda, yolcu koltuğunda ya da bagajda giderek de devam edebilir. Bileti olanın, üstelik sonsuz sayıda koltuk varken bagajda gitmesini, özgür tercihine bağlamak bana mantıklı gelmiyor. Bu ülkenin büyük resmine ve tarihi misyonuna itibar edip çıktığımız bu kutlu yolda gün, birlik olma, bir olma günüdür.

1 Haziran 2015 Pazartesi

Mevlüt Bayraktaroğlu Anekdotları - 3

90’lı yılların başı, Körfez Savaşı Dönemi… İnsanlarda “ne olacak?” tedirginliği, piyasalar durgun...Finansal kuruluşlara atfedilen "hava güzelken şemsiye verilip yağmur başladığında geri alınan" günlerden geçiyoruz. Kredi kullandırımı, istisnai işlem olurken Kurum’un bütün dikkati, risk izleme denilen kredi geri dönüşlerine yoğunlaşmış durumda.

Finansal Kiralama işlemlerinin, kredi tahsis ayağında çalışıyorum.  Benim dışımda altı çalışan ile bir müdür yardımcısı daha var, departmanda. Körfez Krizi olarak adlandırılan süreç uzayınca departmanı reorganize etmek istiyorlar. Ben, kısa vadeli kredilere, Mevlüt de Fon Kullandırma Müdürlüğü’nün altında yeni oluşturulan Risk Takip Müdürlüğüne atanıyor.

Konfor alanından çıkmanın çok faydasını görüyorum. Süleyman Özdil’in Müdür Yardımcılığı ile Nazif Gürdoğan’ın Müdürlüğünü tecrübe ediyorum. Yönetim tarzları, hayata ve işe bakış açıları farklı. Önceden de tanıdığım Proje Müdürlüğündeki arkadaşlarımla derinleşme imkanı buluyorum. Olayın bana yansıyan boyutları, bir başka yazının konusu olacak, inşallah. Şimdi bu zeminde ÜTD meselesine geçiyorum:

Mevlüt, genel olarak orijinal, kalıba sığmayan bir performans sergiliyor. Parite düştüğünde Almanların Polonya’ya gireceğini iddia ediyor, gerekmedikçe dış bilgi kullanmadan kendisinin ümmi dediği, zeka destekli felsefe yapıyor. Zor insanlarla kolay mücadele ediyor, kelime dağarcığı geniş, yeni kelime ve cümle yapıları uyduruyor. (Önceki anekdotları hatırlayınız.) Bütün bu olan biten, arkadaş grubunu hayran, sempatizan durumuna getiriyor. İşe espri katmak için olsa gerek Mevlüt, toplumun yapmadığı bir şeyi yapıyor, kendi adını kendi koyuyor: Ünlü Türk Düşünürü. Süreç içinde bunu ÜTD olarak kullanır oluyoruz.

Mevlüt, yeni işine hızlı başlıyor. Kurumun haciz yolu ile eline geçen mallarının envanterini çıkarıyor. Bunların satışı ile ilgili çeşitli pazarlama faaliyetlerinde bulunuyor. Bunlardan hatırladığım en önemli olay, MAN otobüs fabrikasından alınmış 1o civarındaki otobüs şasesinin yeniden satışı... Mevlüt, bunun için BMC ile temas kuruyor ancak kati bir sonuç alabilmek için şirketin genel müdürüne kadar ulaşıyor. Nihayet, BMC’nin Genel Müdürü, birkaç yöneticisiyle birlikte hem tanışmak hem de şartları görüşmek üzere Kurum’a, Mevlüt’e geliyor. Açık ofis şeklinde çalışıyoruz. An itibariyle orada, genel bankonun dışındayım. Grubun Mevlüt’ün adını söyleyerek yaklaştığını fark ediyorum. Mevlüt’de duymuş olacak ki, ayağa fırlıyor, grubu karşılıyor. Yalnız bir sorun var. Mevlüt'ün masası departmanın ortasında bir yerde ve fiziki temsil imkanı yönünden yetersiz.

Risk takip departmanı, yeni kurulduğundan yazışma kuralları da yeni yeni oluşturuluyor. Bu evrakın kodlamasında Mevlüt, 2015-UTD-05-13 yazılımına benzer bir yapı kullanmaya başlamış. Bir gün Mevlüt’ün Müdürü, Genel Müdürümüze kendisinin de imzaladığı bir evrak çıkarıyor. Genel Müdür, kodlamadaki ÜTD kısaltmasını fark edince, “bu nedir?” diye soruyor. Müdürün cevabını bilmediği bir soru bu. “Bilmiyorum efendim” diyor. “Öğrenir size bildiririm.” Ofisine dönünce Mevlüt’ü çağırıp kağıdı ve kodu gösteriyor.

"Mevlüt Bey, bu ÜTD nedir?"

Mevlüt de konuya hazırlıksız. Ama Allah, ilham ediyor: “Ürün Tasfiye Departmanı” diyor.

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...