30 Aralık 2016 Cuma

Empati Yoksunluğu-1

Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilmesine karşı çıkan toplum kesimlerinde iki tip empati yoksunluğu gözlemliyorum.
Birincisi yaşama hakkını teminat altına almak için ülkemize göç etmiş olan insanların yaşadıkları ile kendi ailemizin geçmişte bir şekilde muhacir olmuşluğu arasında görülen benzerliğin (inkarı/) yol açtığı sempati yoksunluğu,
ikincisi de doğrudan kendi şahsının sahibi olduğu kültürel, ekonomik, sınıfsal vb.insani özellikler ile mültecinin kendisinde uyandırdığı insani özellik algısı arasında bir örtüşmezlik, neredeyse hiçbir şekilde benzerlik göremiyor oluştur.
Bu yaklaşım sahipleri, böylelikle benzer tehditler karşısında kendisinin de muhacirlik potansiyeli taşıdığı hususunu yadsıyabiliyor ancak içten içe tedbir olmak üzere yöneticilerine "yeter artık, içinize dönün, dışarıyla ilgilenip tehlikenin üzerimize gelmesine yol açmayın; bu beceriksiz muhacirleri de bir an önce gönderin" mesajı veriyor.
Kanaatimce bu bir devekuşu tavrıdır ve kendini, varlığını, oluşumunu inkar politikasıdır.
Latinlerin dediği gibi 'ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen.'

Empati Yoksunluğu-2

Karlofçadan bu tarafa yaşanan toprak kayıpları ile Kafkas Halkı gibi zor durumda kalan insanları muhacir kabul etmiş, onlara kucak açmış bir milletin ahfadıyız. Ben, Türk'ün bu merhamet hasletini koruyan, esnek, kan bağına değil adalete önem veren bir öz taşıdığı görüşüne itibar edenlerdenim.
Bu tarihi tecrübeye ve niteliği itibariyle birinin kazancının ötekinin kaybına yol açmadığı bir olay olmasına rağmen sahibi olduğu vatandaşlık imkanını kimseyle paylaşmak istemeyen insanlar gördükçe içim acıyor. Bu durumun Türkiye'nin tarihini bilmemekten, dolayısı ile büyük resmini okuyamamaktan kaynaklanan bencil, kişisel ve tarihi misyona aykırı bir düşüncenin tezahürü olduğu kanaatindeyim. Türk Toplumu kendini ve hazmetme kapasitesini inkar etmemeli.
Öte yandan bu gelişme, toplumumuz için iyi bir test imkanı doğurdu: insanımızın empati kapasitesi sorgulanıyor.

27 Aralık 2016 Salı

İşid'in PR Stratejisi

Işid'in Halkla İlişkilerdeki temel stratejisi, kitleleri korkutma ve dehşet içinde bırakma üzerine kurulu. Böylelikle direnmenin anlamsız olduğuna dair, yılgın bir algı oluşturmaya çalışıyor. Elindeki rehine gazetecileri infaz ettiğini gösteren kurgusal video çekimleri ile Örgütün, kamuoyunu manipule edip (yönlendirip) savunmasız kalan Kuzey Suriye, Rakka ve Musul'u savaşmadan, kolaylıkla işgal ettiği hatırlanacaktır.
Şimdi Türkiye kamuoyunu da aynı 'oyunla' etkilemek için film üretip sosyal medya üzerinden paylaşarak propaganda yapmaya çalışıyor.
Avuçlarını yalayacaklar, kimlere bulaştıklarını bilmiyorlar.
Bu aptal propagandadan kısmen etkilenmiş görünen Hükümet karşıtı bir kitle var. Bunlar, her gelişme gibi bu propagandayı da iç muhalefeti güçlendirmek, kendi saflarını sıklaştırmak amacıyla kullanıyorlar. Hem işid hem de bu çekirdek kitlenin propagandasına maruz kalmış olduğu varsayılan insanların rehabilite edilip iyileştirilmesi ve kanaatlerinin yeniden yapılandırılarak normalleşmelerinin sağlanması bakımından içinde bulunduğumuz bu ortamı bir fırsat olarak değerlendiren beyanlarından ötürü Tayyip Bey'le Binali Beye destek vermek gerekiyor.
Suriye ve Irak'ta barışı tesis etmek üzere Işid'i ve bileşenleriyle birlikte PKK'yı bitirmemiz gerektiği konusunda ihtiyacımız olan toplumsal mutabakat, bu tip olayları fırsat olarak görmekle mümkün olacak.

ABD'nin l. Dünya Savaşına Katılması

I. Dünya Savaşı başladığında ABD, tarafsızlığını ilan etti. Ancak Almanların denizaltı tehditi ve denizlerde artan denetimi, bir yandan ABD'nin silah ticaretini zorluyor öte yandan Avrupa Devletlerindeki alacaklarını tehlikeye atıyordu.
ABD, itilaf devletlerinden 2,3 milyar dolar, Almanya'dan ise 27 milyon dolar alacaklıydı. ABD'de 1,5 milyar dolar tutarında müttefik devletlere ait savaş bonosu satılmıştı ve borçların ve bu savaş bonolarının tahsili için itilaf devletlerinin... savaşı kazanması gerekiyordu. Ayrıca Başkan Wilson, savaştan sonra yapılanacak dünyada ABD'nin lider bir ülke olmasını istiyordu.
Beklenen fırsat bir istihbarat çalışmasıyla ortaya çıktı: Alman Dışişleri Bakanı, ABD'deki büyükelçisine ABD'ye karşı bir Almanya-Meksika ittifakı oluşturması için talimat veriyor ve Meksika'nın ABD'ye savaş ilan etmesi halinde Almanya'nın Meksika'ya büyük miktarda maddi destek sağlayacağını ve Meksika'nın Teksas, New Meksico ile Arizonayı almasını taahhüt ettiğini -motive edeceğini düşünmüş olmalı- bir telgrafla bildiriyordu. Şubat tarihli bu telgraf, ABD ve ingiliz istihbaratınca Wilson'a ulaştırılınca ABD Kongresi, 6 Nisan 1917'de Almanya'ya savaş ilan etti.

Sanatçının Hamisi

Sanatın finansmanı tarih boyunca bütün toplumlarda sorun olmuş, sorunlu bağlar kurulmasına neden olmuştur. Şairler mesela... Emevilerden Osmanlılara yüzyıllar boyunca şairler, tanınmalarını sağlayan şiirlerin yanısıra devlet adamlarına, zengin insanlara övgüler düzerek geçim sağlamışlardır. Hattatlar, müzisyenler, minyatürcüler...
Batı da da durum farklı değil, Medici ailesi ve feodallerin performansı hatırlanırsa. Batı'nın önemli bir farkı, endüstri devrimiyle meydana gelen ...artık değerin sanatsal ürünler yolu ile tasarruf edilebileceği, nesilden nesile aktarılabileceğini erken keşfetmiş olmalarıdır. Buna rağmen sanatçı ile burjuva (yatırımcı) arasındaki ilişki, tipik bir satıcı-müşteri ilişkisi değildir, daha organiktir. Güncelin ihtiyaçları ve finansmanı, sanatçıyı zorlar. Sanatsal üretim süreci, nadiren peryodik bir çıktı verdiğinden nakit akışındaki sorunları ortadan kaldırmak için her zaman bir rezerve ihtiyaç duymaktadır, Sanatçı. Diğer yandan tasarım aşamasını izleyen üretim ve tanıtımın finansmanı, çok sayıda ürünün olduğu günümüz marketlerindeki rekabet, sanatçının iktisadi özgürlüğüne sekte vurur. Burjuvazi ile işbirliği yapacak ve kendi isteğine göre değil pazarın beklentilerine uygun ürün üretecektir.
Her bir sanat ürününün hitap ettiği bir hedef kitle vardır. Sanatçı kendi algısını da bu hedef kitlenin beklentilerine uygun bir şekilde ayarlamak durumundadır: Gerekirse evlenmeyecek, kulaklarını deldirecek, umreye gidecektir vb. Şüphesiz bu genelleme, pop kültür kapsamında sanat icra eden ve bu "iş" dışında önemli bir geliri olmayan sanatçıların büyük bir kısmı ile sınırlı olmak üzere ifade edilmektedir.
Sanatçıların toplumsal olaylara verdikleri ve vermedikleri tepkileri yorumlarken müşteri ve yatırımcılarla olan bu bağlarını göz önünde bulundurmak, anlamayı kolaylaştırır.
Türkiye'de Burjuva, toplumun Batılı değerler etrafında dönüştürülmesi misyonunun gönüllü taşıyıcısı, uygulayıcısıdır. Burjuvanın ancak bu misyonu düzenli bir şekilde devam ettirmesi halinde Batı tarafından tahsis edilmiş bulunan distrübitörlükler, devamlı alım garantileri vb. geçerliliğini sürdürmeye devam edecektir.
Nasıl, konu keyifli bir yere geldi mi?

26 Aralık 2016 Pazartesi

Kitap Analizi

Doç. Dr. Hüner Tuncer'in "Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti'nin Sonu" başlıklı kitabı, ilgili döneme belgesel tadıyla "teknik" bakan bir eser, derli toplu. Pek bir arka plan bilgisi yok. Olanların da Rauf Bey'in Mondros Ateşkes Antlaşması için Osmanlı tarafından görevlendirilen bir isim olmasının eleştirilmesi gibi sınırlı bir bakış açısıyla ele alınmış olduğu görülüyor. Rauf Bey'i, Mondros için yetersiz bulan yazar, Rauf Bey'in Batılıları gözünde çok büyüttüğünü ve Osmanlının haklarını iyi savunamadığını iddia eder. Tarih sonuçlarıyla okunacaksa haksız da bulunmamalıdır. Ancak tarihçi Rauf Beyin hatıralarına hiç atıfta bulunmaz. Öte yandan Bolşevik İhtilali sonrası Kafkasya'da yürütülen diplomatik heyette Rauf Bey'in bulunduğunu zikreder. Ölçek farkını ihmal etmeyelim eyvallah ama Rauf Bey'in diplomasiden anlamayan acemi çaylak -yeteneksiz-olduğunu da düşünmeyelim. (sh.139)
Kitap boyunca İsmet Paşa'nın adının hiç anılmadığı, kitabın sonunda yer alan dizin bölümünde adının yer almadığını da ayrıca belirtmek istiyorum. Kitaba göre İsmet Paşa diye biri ve performansından bahsetmek mümkün değildir.
Kitapta Atatürk'le ilgili askeri ve tarihi kişiliğine dair abartılı yorumlar yapıldığını görüyoruz. Bulgaristan'dan gönderdiği mektuptaki vizyonu, Çanakkale'deki görevi ve yaptıkları olumlu abartılırken Filistin'deki görevini terk edişi geçiştiriliyor, Vahdettin'le birlikte Almanya seyahati, Saraya damat olmak istemesi gibi konular da görmezden geliniyor. Bir de bugünkü bireylere yapılan gereksiz bir Atatürk pazarlaması var ki, bir akademisyenin kaleminden bu satırları okumak bende yazık duygusu uyandırdı.
Tarihçi yazarın Osmanlının neden yıkıldığına dair yaptığı tespitleri çok yetersiz buldum: Osmanlı, Batının aydınlanma devrimine kapılarını kapamış; Osmanlı Padişah ve yöneticileri de çağdaş uygarlığın hiçbir kurumunu kabul etmemişler. Ayrıca kitabın Osmanlının askeri alanda varlık gösterememesini gözler önüne serme amacıyla yazıldığını ifade etmesi de çok talihsiz olmuş. Bu paragrafın tümünde ilköğretim çağı zihinsel kalıplarının kullanıldığını görüyorum: 2017 Türkiyesi, bunu hak etmiyor.

18 Aralık 2016 Pazar

Yıl Sonu Avrupa Birliği Senaryosu ne olacak?

Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Donald Tusk, 15 Aralıkta yaptıkları AB Liderler Zirvesi'nde; Gümrük Birliği Anlaşması, Mülteciler Anlaşması, Vize Anlaşması konularında Türkiye ile gelecek aylarda zirve yapılması için kendilerine yetki verildiğini ancak konu ile ilgili henüz bir tarih belirlemediklerini açıkladı.
AB; ortada müzakere adına herhangi bir performans yokken yapılan; darbe karşıtı tutum, idam konusu, Fetö ve etnik terör örgütüne sahip çıkmak gibi tartışmalarla Türkiye'yi oyalamanın ve sıkıştırmanın sınırına gelmiş olduğunu biliyor.
Bu zirve vaadi ile yıllardır Birliğe katılmamız halinde elde edeceğimiz ödülleri/havuçları, bir nebze de olsa görünür hale getirerek Türkiye'nin bekleme konusundaki motivasyonunu yeniden aktive edeceklerini düşünüyorlar. Müzakere ve müzakere tarihindeki belirsizlik bile tek yanlı bir karar ve taktik bir hamle niteliğinde.
Yurt içinde cereyan eden teröristik faaliyetler, bombalamalar; terör yasası ile ilgili en masumane değişikliklere dahi izin vermeyen bir toplumsal iklim ortaya çıkarmışken bunun AB tarafından görmezden gelinmesi ve bir koşul olarak dayatılmasında ısrar edilmesi, acılarımıza duyarsızlığın, aynı ekipte olmadığını bilmenin, Türkiye'yi 'öteki' görmenin, söylemle telafi edilemeyecek pratik tezahürleri.
Avrupa Birliğini oluşturan majör devletler, 250 yıldır ülkemizde bulundurdukları diplomatik misyonla içinde bulunduğumuz gelişmeleri izliyor, kısmen yönlendiriyor, merkezlerine düzenli raporlar yolluyor, halkın nabzını tutup devlet ve medya yetkilileri ile ilişkiler kuruyorlar. Türkiye'nin sinir uçları, sosyolojik dengeleri, kendilerine mahrem değil yani. Kültürel açıdan bizden birilerinin, "biz kendimizi anlatamıyor muyuz?" biçimindeki hayıflanmalarının pratikte bir karşılığı yok aslında. Her şeyi bilmelerine rağmen bu tutumu sergiliyor, Avrupalı Devletler.
Normal şartlar altında bu yılın Ekim ayında uygulamaya geçmesi planlanmış olan vize serbestisinin başlama tarihi, AB ile yapılan mülteciler anlaşması kapsamında üç ay erkene, geçtiğimiz Haziran ayına çekilmişti. Haziran ve Ekim aylarında terör maddesi başta olmak üzere 5 kriterin sağlanmadığı iddiası ile vize anlaşmasının hükümleri yürürlüğe konulmayınca Tayyip Bey, inisiyatif kullanarak yıl sonunu hedef gösterdi ise de bu konuda köşeli, olmazsa olmaz bir vaadde bulunmadı. Avrupalıların, "Türkler söyler ama yapmaz" biçimindeki kulis konuşmaları basına yansıdı, bunun üzerine...
Türkiye-AB ilişkileri, "ne birlikte, ne ayrı" biçiminde tarif edeceğimiz marazi (hastalıklı) bir karaktere sahip. Türkiye, kendi içindeki vesayetçi güç odaklarını terbiye etmek, frenlemek ve ülkenin demokratikleştirilmesi hususunda; bu güne değin AB çapasından azami ölçüde yararlandı. AB de Türkiye'yi kontrol altında tutarak tarihsel bir tehditi kendince ehlileştirme yoluna gitme politikası izliyordu. Son dönemde AB bürokratlarının kullandıkları örneğin "Türk Ekonomisinin en büyük alıcısı AB'dir" gibi Türkiye karşıtı argümanlarda Fetöcü gazeteci ve akademisyenlerin söylem izlerine rastlamak mümkündür.
Avrupa Birliği, Türkiye ile olan ilişkileri bozan taraf olmamak için detayını yukarıda ifade ettiğim biçimde vizeler konusuna değinmeden muhayyel bir zirve için Türkiye'ye vaadde bulunacağını açıklayarak hamle sırasını Türkiye'ye vermiştir.
Tayyip Bey, Batılı yetkililerin "Türkler söyler ama yapmazlar" beklentilerini boşa çıkarmak üzere Türkiye açısından belki de tarihsel olacak bir kararı; ülkemize sığınmış mültecilerin iyi bir hayat kurmak üzere Avrupa'nın merkezine doğru yürüyüşlerinin önündeki bariyerleri kaldırmalıdır. Ülke içinde AB çapasına ihtiyaç duyulmasını sağlayan güçler dengesi, günümüz itibariyle ortadan kalktığına göre AB'nin pratikte mümkün olmasa da alabileceği en radikal kararın ülke içinde etkisi sınırlı olur.
Üstelik bundan sonra hamle sırası yeniden AB'ye geldiğinde; karşımızda "dinamik bir Türkiye'ye" dayatan değil uzlaşmacı bir teklifte bulunan AB ile karşılaşırız.

Atasoy Müftüoğlu

Meraklısına;
Atasoy Müftüoğlu'nun islamianaliz'deki Suriye ve Halep'le ilgili analizini okudum. Kafa karıştırmamak ve beni okuyanları etkilememek için yazıdan alıntı yapmıyorum.
Ancak bu yazı kapsamında yazar Müftüoğlu ile ilgili kısa bir değerlendirme yazmak, tarihe not düşürmek istiyorum:
Zaman ve zemini olmayan, yalnız ve sürekli haklı olmak, hiç harekete geçmemek üzere kurulu bir düşünce dünyası perspektifi sunuyor, Müftüoğlu. Detayda acılar, kanlı canlı insan hikayeleri olduğu için yaklaşmıyor, içine girmiyor, ısrarla büyük resme bakıyor.
Türkiye'yi etnik kimliği olan bir devlet olarak görüyor. Dandik, bayat bir ezber bu. 2016 yılında böyle bir cümle kuramazsınız. Bütün samimiyetsizliğiniz ortaya çıkar. Zemini kaybettiğinizin resmidir.
Etiket vurup kategorize ettiği herkesin enerjisini tümüyle kendine transfer etmiş de posaya çevirmiş, her şeyi çözmüş, çok bilmiş tavırlar... Sonuç? Sonuç yok. Herkes haksız, haklı yok çünkü. Kendisi 'haksızlar arasında' tarafsız kalıyor bu durumda tabii. Bu pozisyon alışı önemli ve değerli bulan bir zevat var, toplumda. Onlar, övgüler düzüyorlar bu yazıların altına...
Belki bu iletinin altına yorum yazarak bana da had bildirmek isteyenler çıkacaktır. Çıkmasınlar, buradan uyarıyorum. İki öncülden bir sonuç doğuramayan kopuk/köpük ezberini, slogan artığı cümlelerini eleştirmek istemiyorum. Kendi isimleriyle neşretsinler fikirlerini(!)
Saklambaç oynayacak yaşı geçtim, herkes emeği ile inşa etsin kendini, PR ile değil.

17 Aralık 2016 Cumartesi

Haklı olmak, güçlü olmak

Tarih boyunca haklı olandan çok, güçlü olanın kazandığı görülüyor.
Ancak böyle diye, hakkımızı yahut da gücümüzü kullanmaktan vaz mı geçeceğiz?
Haklı ve güçlü olmak, birbirini ikame eden karşıt önermeler değiller, aslında.
Yani yalnızca (haklı ve güçsüz) ile (haksız ve güçlü) durumlarıyla karşılaşmıyoruz: (haklı ve güçlü) ve (haksız ve güçsüz) durumları da var, mümkün görülen.
Bir seçim imkanımız olsaydı eğer; süreç odaklı olanlar, haklı olmayı, sonuç odaklı olanlar da güçlü olmayı seçerlerdi, çoğunlukla.
Süreççiler, kişisel olarak kaybetseler bile "haklı davalarının" bitmeyeceğini, zamanı ve zemini aşıp muzaffer olanı huzursuz edecek, gece rüyalarını kabusa çevirecek bir hareketin başlayacağını, uzun vadede kazanacaklarını, en azından gündemde kalacaklarını bilirler. 
Sonuççular ise kısa mesafe koşucularıdır. Orta ve uzun vadede hepimiz ölmüş olacağımızdan haksız olmanın pratik bir mahsuru olmadığını düşünürler. Zaman, yalnızca içinde bulunulan an'dır. Daha akıllı sonuççular, hazır ellerinde güç varken ortamda bulunan bütün delil ve şahitleri kaldırmayı; böylelikle gelecek nesillerin kendilerini suçlayamayacağını garanti altına almak isterler.
-----------------------
Güçlü ya da güçsüz olmak zeminle, potansiyelle ilgili bir durum.
Haklı ya da haksız olmak ise o zemin içinde -anlık bir başka durum konumlanması.
Güçlü, potansiyelini/enerjisini kullanarak haksızlığına rağmen isteğini hayata geçiriyor.
Oysa kaotik bir evrende yaşıyor, seçimler yapıyoruz.
Aslında bütün yaptığımız, birinci aşamada irade koymak/açıklamak, bunun daha sonra neden sonuç ilişkisi çerçevesinde nereye evrileceği konusu, çoğunlukla irademiz dışında gelişiyor.
Çünkü gelecek, özellikle ilk hareketten sonra doğrusal çalışmıyor, böyle bir zorunluluk yok, çoğu zaman sarmal/dairesel bir yol izliyor ve o kadar çok değişken var ki harekete geçen biri değişse sonuç doğrudan etkileniyor: -bkz. bulut atlası ve kelebek etkisi filmleri
Yani evet örneğin şehit olanlar, yaralananlar oluyor, acı çekiyorsunuz.
Ancak bu tarihi bilgi, insanlar tarafından biliniyor ve kültüre kaydedilebiliyorsa o kayıplar, örneğin ilgili toprağı vatan yapıyor, aidiyeti perçinliyor, vs... Evrende hiç bir şey kaybolmuyor yani.
-----------------------------
Lao Tsu'nun meşhur "Yaşlı Adam ve Beyaz At" öyküsünü burada hatırlamak güzel olacak:
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler. İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. ”Sadece at kayıp” deyin, çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. Babalık demişler, sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu adamın akli dengesi yerinde değil” diye alay etmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başka kimsen de yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.

İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. ”O kadar acele etmeyin, oğlum bacağını kırdı, gerçek bu, ötesi sizin verdiğiniz karar. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almış. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini, ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama, hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla geri dönyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.”

“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar, “oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah bilir.” Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp, tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.” (Lao Tzu)

http://www.infethiye.net/turkish/notlar/lao-tzu-bir-hikaye.htm

15 Aralık 2016 Perşembe

Efruz Bey-2

Trump, özel sektörden gelip başkan oldu ya, aklıma benzer bir süreci, halen daha küçük ölçekte yaşamakta olan Efruz Bey'in çalışma stili geldi.
Efruz Bey, haftanın iki ya da üç günü yöneticisi olduğu kamu kurumundaki işine gidiyor. Diğer günlerde ise kafasına göre sahibi olduğu iş yerine yahut da bir başka şehre ya da ülkeye seyahate çıkıyor. Bürokraside yöneticisinden şikayet etmek, olumsuz/düşüklük görüldüğünden kimse sesini çıkarmıyor.
Koca kurum; işler bir şekilde kurulu sistemde akıp gidiyor. Zaten aksama olsa çalışanların kusurudur, çalışmayanın kusuru olur mu?
Arkadaş, özde Fetöcü olmadığından dikkat de çekmiyor. Bakana saygısızlık gibi stratejik bir hata yapmazsa işi bir kaç yıl daha götürecek gibi görünüyor.
Şimdi Trump böyle çalışsa, ne tatlı ABD olur, öyle değil mi?

13 Aralık 2016 Salı

Dolarını Boz, Oyunu Boz

"Dolarını boz, oyunu boz" kampanyasi ile ilgili benim çözüm önerimi soruyorlar.
Bir sisteme hangi aşamasında müdehale edilirse ona göre sonuç alınır.
Dolayısı ile neyin çözümü/çaresi?
11 Aralık itibariyle 3,48 TL olan USD Kur'una ilişkin çözüm önerisi mi, yoksa yabancı rezerv paradan kurtulup sömürüye nasıl son verebiliriz mi?
İlkine ilişkin düşüncem, Tayyip Bey'in bu kampanyayı, örneğin kur 3,00 TL olana kadar bırakmayacağını açıklaması, uluslararası ticarette yerli paraya geçmek gibi ikinci gruba ilişkin uygulamaların telaffuz edilmemesi, hormonlarına söz geçiremeyen duygusal ve sorumsuz beyanların üzerine gidilerek düzeltilmesi, fitnenin büyümesini önleyecektir. BDDK ve Merkez Bankasından, çok acil bir şekilde gerçekte yüklü bir döviz talebi olmadığı halde dövizi yükselten kısa paslaşmaların kaynağını tespit etmelerini beklerdim. 2001 krizindeki döviz artış trendi, daha önce burada yazdım, o operasyon aşikar edilince sona erdi, burada da böyle olacaktır. Operasyon kanalları -hangi şirketler üzerinden-ortaya çıkarılmadan işlem sona ermez. Bu bir istihbaratla da ispatlanarak çözülebilir. Yani bir anlamda MİT'i de ilgilendirir.
İkinci husus, 1944'ten bu yana dünyanın rezerv para olarak kullandığı USD'nın terk edilmesi, öyle küçümsenecek, basit, fiktif bir olay değildir. Olacaksa çok iyi hazırlanmak gerekir. Küresel ölçekte ABD hakimiyetine meydan okumaktır, bu. Başka ülkelere örneklik teşkil edeceğinden bastırılmak isteneceğini bilmek marifet değildir.
Benim işin bu safhasıyla ilgili önerim, Merkez Bankası tarafından çıkarılacak "dövize endeksli banknot" un tedavüle sokulmasıdır. Bu araç, bireysel döviz talebinin gerekçelerini karşılayacak biçimde tasarlanmıştır: varlığın değerini muhafaza eder, istenildiğinde TL'ye dönüşür. Bu uygulama, dövizin yurt içinde stok edilip ABD ye kredi açılmasının önüne geçer. Merkez Bankası zamanla bu banknotun değerini enflasyonu esas alarak kendisi ilan edebilir.
Ikinci yöntemin bir diğer sac ayağı, uluslararası ticarette USD, Euro talebi doğuracak işlemlerden kaçınmaktır. Bu günlerde yapılan ikili devlet anlaşmaları gibi.

Halep Düşerken

Yeterli bir mazeret midir bilmiyorum: Türkiye, Avrupa Birliğinden, Suriye ve Irak'a, döviz operasyonundan "Halep'te etkin olmayın" mesajı veren Beşiktaş'taki patlamaya, aynı anda bir çok cephede birden mücadele ediyor.
Putin'e laf anlatamadı, Türkiye'yi yönetenler. Göz göre göre Halep'te kardeşlerimiz bir dram yaşadı, yaşıyor; Halep düşmek üzere...
Kendi içimizde kaç parçaya ayrıldık bilmiyorum. En son bu sabah, Suriyeli Mültecilere had bildiren, bakkaldan man...avdan eline silah alıp savaşmasını, Ramboya dönüşmesini isteyen, bekleyen ve fikrini desteklemek için utanmazca Kur'an'dan cihat ayetleri paylaşan bir çapsızın arkadaşlığına son verdim. Ama dün gibi hatırlıyorum: 15 Temmuzdan önce Türkiye'nin tarihi misyonunun taşıyıcısı sandığımız bir kısım AkPartili seçmenin de Suriyeli Mültecilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesi meselesinde karşı çıkışlarını duymuş, irkilmiştik. Saflarımızda bölüştükçe küçülmeyen bir güzelliği kardeşlerinden esirgeyenler vardı. Bunlar, sırf Hükümet sınırları açtı diye Suriyelilere sırtını dönmüş olan başkaları ile aynı safa geçeceklerdi ki, 15 Temmuz bütün başka travmalar gibi bunları da sildi süpürdü.
Belki bu gece, sabaha karşı Ordumuz Halep'e girer... ya da girmez, düşmanı Hatay'da bekler. Düşmanın hiç gelmeyeceğini sanmak, Beşiktaş'ı, Stinger Füzesini vb olan biteni anlamamaktır.
Yakın bir geçmişte Fırat Kalkanına bir halel gelmesin diye, Halep'e ilgimizi kurumsal düzeyde inkar etmiştik. Sanırım Allah, ticari bir mantıkla hareket ettiğimizde üzerimizden bereketini kaldırıyor.
Obama, Putin, Esat, Lavrov, İranlı devlet adamları, İşidi nden PKK, PYD'sine tüm terör örgütü yöneticileri...
Tarih sizi, hemcinslerini yakıp yıkan Cengiz Han neslinin ardılları olarak anacaktır.
Otobüste kendini taciz eden adama, terbiyesinden dolayı hayvan diyen Rum kadının, adamın gülmesi üzerine "hayvan diorsam sandın kuş? Öküz diorum, öküz" demesi gibi Cengiz'in soyundan olmayı tekebbür/kıvanç vesilesi sayan tüm yaradılmışlara veyl olsun!

Sanatçının özgürlüğü

Yeteneklerini icra etmek, sanatçıyı günlük maişetini tedarikten alıkoyduğu için tarih boyunca sanat ve sanatçı, hamilik müessesine ihtiyaç d...