Yapı Kredi Bankasının o tarihlerdeki Genel Müdürü olan
Burhan Karaçam’ın, Dünya Gazetesinde bir mülakatı yayımlandı. Bu mülakatta yer alan bir tablo, bankaya kabul edilen 100 TL’lik bir
mevduatın; bankaca ticari işlemlerde kullanılması sonucu, mudinin, bankanın ve
devletin değişen vadelere paralel olarak ne kadarlık bir gelir elde ettiğine
dair rakamsal sonuçlar sunmaktaydı. (Buna benzer vizyoner bir raporun bugün dahi herhangi bir kurumda hazırlandığını duymadım, umarım bu yazının sonuçlarından biri de bu tarz raporlara imkan vermek olur.) Öğlenden sonra Genel Müdür Yardımcım aradı,
yanına gittim. Burhan Beyin mülakatındaki tabloyu hatırlatarak bizde durumun ne
olduğuna ilişkin Genel Müdürün rapor beklediğini, acele bu işle ilgilenmemi
istedi.
Bizim firma olarak fon kullandırma modelimiz basitçe
şöyleydi: Mevduatın bir kısmı, munzam karşılık ve disponibilite olarak ayrılmasiyle kullanılabilir (plase edilebilir) mevduata
ulaşıyorduk. Atıl fon miktarının sıfır olduğu varsayımı altında plasman, bir
kar dahilinde riske dönüşüyor ve dönem sonunda karın %20’si Kuruma, %80’i de
mudiye ödeniyor ancak mudinin eline kardan gelir vergisi ve KKDF kesintileri
yapıldıktan sonra kalan kısım geçiyordu.
Biraz yorucu gibi görünen bu anlatımdan da anlaşılacağı
gibi, atıl fon varsayımı ve kar marjı dışında modeli etkileyen tüm faktörler
sabitti. Kar marjı, prensip olarak sabit olmakta birlikte uygulamada aynı
vadeye farklı oranlarda kar marjı kullanılmak suretiyle ortalamada değişken bir tabiat sahibi
oluyor.
Bu çerçevede model çalıştırıldığında, dağıtılması gereken
kar miktarı ile fiiliyatta dağıtılan kar miktarı arasında –atıl fon ve ortalama
kar marjından dolayı – bir fark oluşuyor. Bunu hesap edip, kendi oluşturduğum
tabloya ekledim ve adına da “sapma miktarı” dedim.
Ticaret Müdürümüzün de yardımlarıyla tabloyu kısa sürede
bitirdim ve Genel Müdür yardımcıma gittim. Beni dinledi, tabloya baktı ve Genel
Müdürden randevu alıp dosyayı –benim- sunmamı istedi.
Sunum günü, Sevgili Genel Müdürüm, uzattığım dosyayı itina
ile alıp önüne koydu. Yüzünde kaşiflere özgü çocuksu bir gülümseme ile önündeki
rakamlara yoğunlaşıyordu. Çok geçmeden, "...sapma miktarı mı? Bu nedir?" diye sordu. Bu
soruyu bekliyordum. Hatta çalıştığım yerden sorulmuştu diyebilirim.
Amerika’da ekonometri yüksek lisansı yapmış bir mülkiyeliydi
benim Genel Müdürüm. Hemen önceden kurguladığım teknik dili devreye soktum: "Efendim biliyorsunuz bizim kar dağıtım modelimiz deterministik, ancak fiili kar
gerçekleşmeleri; plasman verimi ve kar marjındaki uygulama farklılıklarından
dolayı skolastik modeller olarak sonuç veriyor. Bu sapma miktarı, olanla olması
gereken arasındaki farkı ifade ediyor" dedim. Genel Müdürüm, dosyayı kaldırdı, bana doğru uzattı. “Al bunu, ben öyle hata, sapma filan istemiyorum. Bana düzgün
bir sonuç getir!”
Bu, aydınlandığım andır. Tanrım! Artık görebiliyorum:
Karşımdaki Nebukadnezar! Daha doğrusu Nebukadnezar tavrı! Yüzyıllar ötesinden bu güne gelmiş, işte karşımda... Hemen kalkıyorum, “Tamam efendim. Anladım ne demek istediğinizi diyorum. . Gerçekten anladım ne demek istediğini. "Ben
genel müdürüm kardeşim" diyor, "istiyorsam olacak. Sapmaya hak vermemin anlamı
ne? Bak adamın tablosunda sapma diye bir satır var mı? Yok! Neden benden makul
olmamı bekliyorsun bu durumda. Bana da Burhan Karaçam sınıfından hizmet verin.
Ben de genel müdürüm."
Kim bu Nebukadnezar?
Nebukadnezar, eski Babil Kralı. Memleketini özleyen eşi için
sarayında asma bahçeleri yaptıran biri. Ama günün birinde
merkezi Kudüs olan Yahudi Krallığını ele geçirip Yahudileri sürgün ediyor, diasporaya yol açıyor. Yahudiler, bundan sonra 1948 İsrail Devletine kadar
siyasi bir oluşum içine giremeyecekler. Nebukadnezar, Kudüs’te gelecek vaad
eden bazı gençleri yanına alarak Babil’e götürüyor, yetiştirmeye
başlıyor.
Nebukadnezar, bir gece kabuslar görerek uyanıyor. Terden sırılsıklam; giyinirken rüya tabircilerinin acilen huzuruna getirilmesini
istiyor. Vakit sabaha karşıdır ve rüya tabircileri, arami dilini konuşan bir
gruptur. Tabirciler, huzura girince; Nebukadnezar, çok şiddetli bir rüya
gördüğünü ancak kendilerini beklerken rüyayı unuttuğunu söyleyerek ekipten hem
rüyayı hatırlatmalarını hem de onu tabir etmelerini istiyor. Tercüme işlemi bittiğinde
tabircibaşının ten renginin sarardığı, hatta kesekağıdı rengine dönüşmeye başladığını düşünmek bana mantıklı geliyor. Ekipbaşı, doğal olarak güvensiz, titreyen bir sesle, kendilerinde rüya
tabiri ilmi olduğu ve ancak rüyanın anlatılması halinde onu tabir
edebileceklerini, başkasına ait bir rüyayı hatırlatmak hususunda bir
ilimlerinin olmadığını beyan ediyor. İlkesel davranıyor yani, bilinç hala devrede, bir bakıma sukunetini koruyor adam. Bu cevabın tercümesi bittiğinde, Nebukadnezar’da şafağın attığı, kendisine yakışacak bir tonlama ile gürlediği rivayet ediliyor. Ortamdaki tek kralın kendisi olduğu,
arami dili kullanan bu topluluğun gerçekten ilim sahibi olması halinde rüyayı
da hatırlatabileceklerini, aksi taktirde başlarını bir daha omuzlarının üstünde
göremeyeceklerini, 26 punto, boldlu, italik ve altı çizili bir şekilde ifade
ediyor. Tercüme işlemleri henüz bitmiş olmalı, salona Nebukadnezar’ın Kudüs’ten
getirdiği Danyal Peygamber giriyor ve olaya müdehale için izin istiyor. Yetkiyi aldığında hem rüyayı anlatıyor hem
de onu tabir ediyor. Bizim bu kıssa ile işimiz burada bitiyor.
Nerde kalmıştık?
Nerde kalmıştık?
Ofisime geri döndüm. Hatayı modeldeki değişkenlere dağıtarak
ortadan kaldırdım. Burhan Beyin rafine tablosunun bizim kurum versiyonu, az
sonra elimdeydi. Düzeltilmiş raporu, hemen götürmek bilgiye saygınlığı
törpülüyebilir, bilginin kendisine güvensizlik duyulmasına neden olabilirdi. İki gün bekledim. Seramoni/törenler önemlidir, sevgili okuyucu. Teamüllerin tamamı safsata değildir. Bu konu -benim görebildiğim- en güzel Küçük Prens'in tilki ile tanışıp ayrılışına kadarki kısmında anlatılmıştır. Bu arada yeri gelmişken Küçük Prens'in yalnızca bir çocuk kitabı olmadığını ve yetişkinlerin de her yıl yeniden okumaları gerekli bir başucu eseri olduğunu, bir başka mülkiyeli üstadımız Mehmet Ali Verçin 'in yıllar öncesinden söylediğini ifade edeyim. Üstadın adını vermem, zamanında beni uyardığı için hakkını teslim maksadıyladır. Buradan kalben ama sessiz bir şekilde harfler ve kelimeler üzerinden bir kez daha teşekkür ediyorum kendisine.
Bu defaki randevumda Sevgili Genel Müdürüm, içtenlikle teşekkür etti bana. Gözlerinden
anladım bunu, samimiydi. “Bak, çalışınca oluyor" gibi bir şey söyledi. Kaşiflere özgü tebessümü, içindeki çocuğu bir an görünür kılmıştı. Beni hemencecik uğurlayıp tabloyu daha
derinden incelemek istediği açıktı.
ÖĞRENME
Bugün bu hatıra ne ifade ediyor? Birincisi, hiyerarşide
yükseldikçe Nebukadnezar’da gördüğümüz tavra yaklaşma ihtimaliniz artar. Kınamayalım yani.
Yukarılarda rüzgarlar sert eser. Ama farkındalığı yüksek üst düzey yöneticiler, meşruiyetini pozisyonundan alan taleplerle gelmezler. Pozisyon, yöneticiye imkansızı isteme hakkı tanımaz, makul olmak lazım. Düşünce ve ifade özgürlüğünün olduğu katılımcı yapılarda yöneticilerin hata yapma ihtimalleri düşer.
İkincisi; bir çalışan olarak doğru yaklaşım nedir? Bence ilk Genel Müdür randevusuna her iki tablo ile gitmeliydim: Sapmalı ve sapmanın yedirildiği iki tablo ile. İki tabloyu da görmeli, sonra sapmanın yedirildiği tablo üzerinde yoğunlaşmasını sürdürebilirdi. Sapmanın istatistik olarak bir anlamı var ama ekonomik olarak yok. Bunu görmek için fırsat algısının ön planda olması gerektiğini yıllar sonra fark edecektim. Nitekim çok sonra mütevazi bir şirkette yöneticilik yapmaya başladığımda olaylara bakışımın fırsat algısı merkezli olduğunu, nasıl daha fazla ciro yaparız sorusu etrafında zaman harcadığımı hatırlıyorum. Şirketin büyümesi ve kurumsallaşma çalışmalarının doğrudan sonucu, tehdit algısının gelişerek fırsat algısının önüne geçmesine neden olmuştu.
İkincisi; bir çalışan olarak doğru yaklaşım nedir? Bence ilk Genel Müdür randevusuna her iki tablo ile gitmeliydim: Sapmalı ve sapmanın yedirildiği iki tablo ile. İki tabloyu da görmeli, sonra sapmanın yedirildiği tablo üzerinde yoğunlaşmasını sürdürebilirdi. Sapmanın istatistik olarak bir anlamı var ama ekonomik olarak yok. Bunu görmek için fırsat algısının ön planda olması gerektiğini yıllar sonra fark edecektim. Nitekim çok sonra mütevazi bir şirkette yöneticilik yapmaya başladığımda olaylara bakışımın fırsat algısı merkezli olduğunu, nasıl daha fazla ciro yaparız sorusu etrafında zaman harcadığımı hatırlıyorum. Şirketin büyümesi ve kurumsallaşma çalışmalarının doğrudan sonucu, tehdit algısının gelişerek fırsat algısının önüne geçmesine neden olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder