19 Nisan 2018 Perşembe

Haziran Güzellemesi

Kemal Kılıçdaroğlu'nun erken seçimle ilgili bir soruya cevap olarak kurduğu cümlede 13 kez Haziran kelimesini tekrar ederek güzelleme yaptığını duyunca aklıma başrolünü Peter Sellers'in oynadığı, orijinal adı 'Being there' (Bir yerde) olan, seyredenlerin tadına doyamadığı ünlü bir film ve ilgili sahnesi geldi.
Chance, 60-65 yaşlarında, ömrünü zengin bir adamın küçük bahçesinde bahçıvan olarak geçirmiş, kimsesiz biridir. Filmin başında mal sahibi ölür. Hayatı sadece tvden tanıyan kahramanımız Chance'in çocukluğundan beri yaşadığı evi boşaltıp sokağa çıkması ve kendine yeni bir hayat kurması gerekmektedir. Cjance'in elinde valiz, başında melon şapka ile sokaklarda acıkarak amaçsız dolaşması, etrafın bu çağ dışı görünümlü insana sataşması, dramatik sahnelerdir. Tam bu sırada filmin diğer baş akristi, Shirley MacLaine'in içinde olduğu özel aracı süren şoför, Chance'a hafifçe dokunur ancak çarptığını zanneder. Olay çıkmasın diye Chance'i ev olarak kullandıkları malikaneye getirirler. Chance, zaten kelime dağarcığı zayıf, asosyal, silik bir kişiliktir. Kendisine bir oda tahsis edilir ve evin sahibi ile tanışır. Bu adam, tekerlekli sandalyeye mahkum, solunum rahatsızlığı çeken, aynı zamanda Birleşik Devletler Başkanına özel danışmanlık yapan yaşlı biridir. Böyle birinin karısının sıradan, yaşlı bir adama çarpması ya da çarpıp kaçması, gazeteler açısından haber değeri taşıdığından iyileşene kadar malikanede kalması teklif edilir, Chance bunu kabul eder.
Ertesi gün Başkan, artık sağlığı iyice bozulmaya yüz tutulmuş danışman  arkadaşını ziyarete gelecektir. FBI, güvenlik gerekçesi ile Chance'ın kim olduğunu araştırır ancak çok gariptir, Chance'ın 1938 yılında kuru temizlemeciye verdiği isim dışında sigorta sistemi dahil hiç bir yerde kaydı yoktur. (FBI'ın olayı nerelere kadar sorgulayabileceğine, gücüne gönderme yapılıyor.) Ancak efendisinin eskilerini giydiğinden Chance'ın elbise, ayakkabı ve valizindeki malzemelerin kalitesinin yüksekliği, onun sıradan biri olmadığı kanaatini pekiştirmekte ve kendisini Başkan için bir tehdit olmaktan çıkarmaktadır.
Başkan gelene kadar konuşmayı pek sevmeyen Chance, ev sahibi ile iyi arkadaş olur. Sonra Başkan ve yakın çalışma arkadaşları, malikaneye gelir. Chance'ı tanıştırırlar. Konu yemekte ekonomiye kayar. 1979'larda dünyada liberalizm rüzgarları esmeye başlamış, devletin ekonomiye müdahalesi yüksek sesle eleştiriliyor olmasına rağmen Başkan, ekibine rağmen özellikle büyük ölçekli özel sektör şirketlerinin devlet tarafından kurtarılması konusuna sıcak bakmaktadır. Chance'a ekonomik gidiş ile ilgili ne düşündüğünü sorarlar. Chance'ın tek bildiği konu, bahçe bitkileri ve onların yetişme bilgileri olduğu için soruyu bir kez daha tekrar ettirip söze bildiği yerden girer:
"-(Chance) Kökler zedelenmedikçe bir şey olmaz. ve bahçede her şey yolunda gider.
- (Başkan, şaşkınlıkla) Bahçede mi?
-(Chance) Evet. Bahçede, büyümenin bir mevsimi vardır. Önce ilkbahar ve yaz gelir ama sonra sonbahar ve kış. Sonra yine ilkbahar ve yaz olur.
-İlkbahar ve yaz?
-(Chance) Evet. -Sonra da sonbahar ve kış.
-(Başkan) Evet. Sanırım genç arkadaşımız şunu söylemek istiyor: Doğanın mevsimlerini ister istemez kabulleniyoruz ama ekonomimizin mevsimleri canımızı sıkıyor.
-(Danışman) Evet.
-(Başkan) İlkbaharda her şey büyür. Bunun uzun süredir duyduğum en ilginç ve iyimser görüş olduğunu söylemek zorundayım. Bu sağlam görüşlerinize hayran kaldım. Senatoda eksikliğini çektiğimiz şey de bu..."
Ciddi ortamlarda cehalet, kendini yüksek bilgi düzeyi gibi satabiliyor. :)
Seyretmediyseniz 130 dakikanızı ayırın, seyredin derim. Daha pişman olanını görmedim.

11 Mart 2018 Pazar

Almanya

Avrupa, tarihinin bilinen hiç bir döneminde barış adası olmadı. Siyasi açıdan birbirini yeme dönemini kapatmak üzere toplanan 1815 tarihli Viyana Kongresinden bu yana Almanya ve İtalya gibi birliğini sağlayan yeni aktörlerin de devreye girmesiyle ortalık çok karıştı, koalisyonlar kuruldu, dünya savaşları çıktı. Şimdi "ak koyun kara koyun geçitte belli oldu" diyor; Avrupa Devletlerinin yönelim eğilimleri -karakteristikleri- hakkında kısa bir değerlendirme yapalım istiyorum:
Şanına yakışır; önce Almanya ile başlayalım. Maça geç giren kırkayak gibi siyasi birliğini 1870'lerin başlarında; oldukça geç bir tarihte tesis etmesine rağmen kanında yeterli doz emperyalizm mikrobu bulunduğundan aralarında Çad, Gabon, Gana, Kamerun, Kongo, Marshall Adaları, Papua Yeni Gine, Ruanda, Tanzanya ve Togo olan bir çok ülkeyi işgal etti, kaynaklarını sömürdü. Dünyanın en narsist ülkeleri liginde hep liderliğe oynamıştır.
Osmanlıyı yöneten İTC yönetimi, Almanlarla gizli bir müttefiklik anlaşması yaptıklarında aktif bir savaşa henüz hazır olmadıklarını, zamana ve kaynağa ihtiyaç duyduklarını ifade etmişler, bu gerekçeler muhataplarınca da kabul görmüştü. Fransa'yı kısa zamanda işgal hesapları yapan zihniyet, siper savaşları ile durdurulunca Rusya'nın Fransa'ya gelmek üzere harekete geçmesi halinde iki düşman arasında perişan olacağını öngördüğünden; Rusya'yı Kafkasya'da meşgul etmesi için Osmanlı'ya emrivaki yapmış; Alman komutasındaki Yavuz ve Midilli denizaltılarının Sivastopol'u bombalaması üzerine Osmanlı savaşa girmişti.
Kendi çıkarı için her şeyi yapar, Alman Devleti. (Bu çıkar meselesi normal değil, kardeşim. Nereden öğreniyorsunuz, böyle kalıpları? Biz de devletler kurduk, fetihler, işgaller yaptık. Bunların yaptığı hiç bir zulmü, kimseye yapmadık.)
Rusya'yı köylü görür, Fransa'yı şamar oğlanı. İngiltere, gerçek düşmanıdır. Bir daha tehdit olamasın diye askeri güç oluşturmasına engel olundu, enine büyüyemeyince O da boya verdi: biz GSMH'nın önemli bir kısmını Yunan'a karşı silah alımı ile verimsiz alanlarda kullanırken onların ekonomisi gelişti. AET'den Avrupa Birliği'ne giden yolda emperyal yüzünü genel olarak başarılı bir şekilde maskeledi. PKK'ya silah, mühimmat yardımı yapıp sempatizanlarının ülkesinde faaliyet gösterip kaynak toplamasına izin verdi.
Devam ederiz, inşallah...


İngiltere

İngiltere, bazen bir Avrupa Devleti, bazen değil ama her zaman bir ada devleti olmuştur: Sisli, muğlak ve yalnız.
Adaya kavimler göçüyle başlayan Kelt akınını daha sonraki dönemlerde Anglus, Sakson, Norman ve Viking (İskandinav ve Danimarka) göçleri takip etti.
Bu ekip, Almancanın eski bir versiyonunu zemin alarak zaman içinde İngilizceye dönüştürdü.
Gücünü tanrıdan aldığına inanılan Kralın egemenliğini yazılı bir metinle ilk kez kısıtlayan Magna Carta belgesi, 1215 yılında imzalandı.
1337 & 1453 arasında Fransa ile yaşanan yüzyıl savaşları, Ada yöneticilerinin ilgisini uzun bir dönem yaşlı kıtadan uzak tuttu.
Kralın eşini boşayıp bir başkasıyla evlenmesine izin vermediği için Katolik mezhebinden çıkıp kendine göre Anglikan denen bir mezhep kurması üzerine ülkede kanlı iç savaşlar oldu. 1650'lerde Parlamento, yine bir iç savaş sonucu, Kralı idam edip Cumhuriyeti kurdu.
Sözün özü, Adayı demokrasiye ulaştıran süreç, kralın keyfi uygulamalarını sona erdirmek üzere süregelen iç savaşlardan beslendi, bedel ödenerek tesis edildi.
18. yüzyılda aktif sömürgecilik dönemi başlayıncaya kadar kendini askeri açıdan İspanya ve Hollanda üzerinde test etmiş olan İngilizler, iyi bir donanma sahibi olmanın avantajlarını daha uzun yıllar yaşayacaklardır.
Amerika'ya gönderilen kolonistler, Adayı beslemekten yorulunca kazan kaldırıp -Fransa'nın da desteği ile- ABD'yi kurdular. Yeni başlayan sanayi devrimi, bütün dünyayı hammadde ve pazar görmelerine yol açtı, sömürgeci oldular. Önce kendi toplumunun kadınını, çocuğunu, adamını, acımasızca çalıştırdı; işçilik ve rahat çalışsınlar diye ceket İngiltere'de icat edildi.
Hindistan, Çin, Avusturalya, Mısır dahil Afrika'nın doğusu gibi çok önemli coğrafyalarda kırbaç izleri bıraktı.
Tarih boyunca sömürgelerinden topladığı kanlı serveti, dünya savaşlarında harcamak zorunda kalmış, hayrını görememiştir: Allah'ın adaleti.
Güttüğü münafıklık (iyi görünüp kötülük yapma) politikası ile tanınır.
İngiltere'nin gerçekte sırtını dönebileceği hiç bir dostu, müttefiki yoktur. En belirgin tarihi düşmanı, Almanya ve Fransa'dır.
Önemli bir mal üreticisi olmadığı halde GSMH'sının nasıl oluyor da yüksek çıkıyor oluşunu izah edebilene de henüz rastlayamadım.


Bulgaristan

3 Mart, Bulgaristan'ın Osmanlı Egemenliğinden kurtuluş yıldönümü (Bağımsızlık günü) olarak kutlanıyor.
Avrupa Topluluğunun bu dönem başkanlığını da yürüten Bulgaristan, 7 milyonluk bir nüfusa sahip.
Ulus devletin yol açtığı komik durumlar: Devletin yaşı küçüldükçe basit olaylar, çarpışmalar bile milli birlik ve beraberliğe konu edilip abartılarak kutlanıyor:
1877-78 yılında Osmanlı- Rus Savaşında ölen doktor ve sağlık görevlilerin anısına Sofya'da yapılmış Doktorlar Anıtında tören yapılıyor, kelli felli adamlar konuşmalar yapıyorlar. Kayak merkezlerinde folklor kıyafetli sporcular, Bulgar bayraklarıyla gösteriler yapıyorlar.
Bulgarlar, Osmanlı Rus Savaşında Ruslarla işbirliği yaparak eşit şartlarda savaştıklarını, bağımsızlığı hak ettiklerini söylüyorlar. Bu doğru değil. Savaşı, Ruslar yapmış; kendileri çete düzeyinde mücadele etmişlerdir. Bu savaş ile Ruslar, Kırım Savaşının rövanşını almışlar ancak daha önemlisi, Balkanlardaki nüfuz alanlarını parçalanmaya tebdil etmişlerdi.
Bulgaristan, Rusya'nın imalatı bir devlet olmayı saklamak istiyor; bu yıl kutlamalara katılan Rus Kilisesi Patriği Kirill'in "neden katkımızı vurgulamaktan kaçınıyorsunuz?" serzenişlerini küstahlık olarak nitelediler.
Bulgar devlet aklı, Balkan Savaşlarında maksimalist bir politika izlediğinden ikinci bir Balkan Savaşı çıkmasına yol açtı.
Birinci dünya savaşında "daha çok veren" müttefiklerin yanında savaşa dahil oldu ve kaybetmesine rağmen Gümülcine dışında önemli bir bedel ödemedi.
İkinci dünya savaşı sonrası Rus nüfuz alanına girdi.
Ülkesindeki Türklere dini ve etnik baskı uyguladı.
90'dan sonra dünyaya açıldı.
En büyük korkusu, Rusya ile aynı fotoğraf içinde-ilgili bir görüntü vermektir. Avrupa için Karadeniz kıyılarındaki kumsallardan, kayak merkezlerinden ibaret; köylü, yoksul, kaba bir millet algısına sahiptir.
Türkiye ile kendi nüfusunun azlığı ve Suriyeli mültecilerin çokluğu nedeniyle kontrollü sempatik bir ilişki sürdürüyor. 


1 Mart 2018 Perşembe

Bir Asansör faciası da Ofli Hoca'dan


"...Geçen, asansöre bindim şehirde, binmez olaydum. Dügmeleri karuşuktu, basmayi bilemedüm. Girdi içeri bir giz. Kapandu kapular kendülügünden. Kalduk odada ikimiz. O neydi Allahum, düşman başuna vermesin, asansörün içinde gizgin rüzgârlar eser. Beli daracuk. Lakün çömleklerin
agzına kadar kaymak baglamuş. Gögsünün ortasunda kurdelasunun furfulagu... İki fitil dügümlenmiş aşagı sarkay, sanki kaymak ordaki ipliklerden akayü... Dedi baga, hocam, kaçinci kata çikacaksun... Karuştu kafam, gözlerim karardi... Dedüm gizum, senin canin hangi kata istiyse oraya
çikalum. Ula Ofli, dedim. Zinadur, bakma elün gizina. Döndüm arkami giza, kapattum gözlerimi. Zinadur diye sanki penseyle gözkapaklarumi sikayrum. Bilmiyrum yürecugum uça uça hangi kata çikayruk. Sanki kolima huriler girmiş, Allah katina çikayruk. Zaman zaman aklıma gelir ha bu iş. Lastik top gibi yüregim zıp zıp zıplar, içime bir sevinç düşer... Lakün, böyle düşünmek günahtur, zinadur... Diyebilir gurban oldugum Allah. Ne derim şimdi oga ben... Ucuna kadar geldin Ofli,
sonunda mi gudurdin... Affet, derim Allah'ım, üç günlük ömrüm galdi. Yaşamak bu mudur aklum bir orda kaldi bir burda... Ha bu aklum yüzünden yaşadugum bi .ikime yaramadi. Birkaç günü galdi aklumun, ne olur sanki o da asansörlerde kalsun!... Asansöre bindim diye yakaca musun beni
cehenneminde... Merdivenden de çiktuk, ne oldi, önümden çikay giz, etegunun altundan doni görüniy!... Söyle gurban oldugum Allahum ben nereye gaçayim..."
Nihat Genç, Ofli Hoca'nın Konuşukluklari, 1997, sh.7

Nihat Genç


1986 yılı olmalı. Bizim Ocak Dergisinin sonradan son iki sayısı olduğu ortaya çıkacak nüshalarının her birinde yer alan iki uzun yazı... (Birinin adı; "Medine'ye Giden Yol" diğeri "siyah beyaz bir kaç fotoğrafla başlıyor hikayemiz..." mealinde başlayan bir yazı)
Ama ne yazılar... Şiirsel bir üslup, yoğun bir malzeme... 12 Eylüle götüren süreçte ideolojileri sorgulayan sahici sorular... Tarz olarak Bipolar-manik depresif karakterini ele veren kimlik arayışları... tozu dumana katıyor. 20 yaşımda büyüleniyorum...
87 ya da 88 olmalı. Rahmetli Mehmet Sarımsak, sağ... Sahaflar Kitap Sarayını uğrak ettiğimiz günler. Çete Dergisini görüyorum, yeni çıkmış... Nihat, Hakan Albayrak ile birlikte çıkarıyor dergiyi; başka kimse yok. ama bütün paralarını yatırmışlar dergi işine, belli. Hakan, 18'inde olmalı. Söyleyecek sözleri var...Dergi de; kapaksız, yarım gazete boyu, 8 sayfalık bir şey... Bir şey??? Dünyayı konsantre etmiş, dergiye sığıştırmaya çalışmış "Genç Don Kişotlar." Sığmıyor tabi... Sığmayınca önce dil bozulur. Örtülü, açık küfürler de var ya da dolaylı anlatımlar-giydirmeler... Genç Laboratuvar Faresine Öğütler (Fetöcü cemaat yapılanmasını tamamen insani saiklerle çok erken bir tarihte eleştiren bir Nihat Genç yazısıydı.) Ya Hakan'ın "sifonu çektiğimizde görürsünüz, Bokistler" dediği, o örtülü saldırgan ifadeler. Biz işin makara boyutuna vurgu yaparken mutasavvuf meşrebiyle ahlakı öne çıkaran Esat Amcamız, "böyle küfürlü şeyler yazıyorsa satmayalım o dergiyi" diyor. İki sayısını okudum, bir sayı daha çıkardıklarını duydum ama görmedim.
Sonra Nihat Genç açısından bir suskunluk dönemi... "Dün Korkusu"nu 89'da çıkarmış, bende daha geç bir tarih algısı var. Arka fonda Trabzon Maçka'nın kullanıldığı, bilinç akışı tekniği ile yazılmış çocuksu izlenimler, korkular, travmalar, Hz. İsa ve Hz.Meryem... Sayıklamalar, ele avuca sığmayan bir muhayyele... Tekniği Nihat mı keşfetti bilmiyorum. O tarihe kadar bu tip bir roman okumamışım. Metnin iç-akış ritmini ayarlaması, yazması da zor olmalı ama çok net biliyorum, okuması çok zor...
Sonra Soğuk Sabun ve diğerleri... Buz gibi bir kaç kitap... Ardından sımsıcak bir "Ofli Hoca'nun Teravih Sohpetleri"
90'ların ikinci yarısında ünlendi kanaatimce, Nihat Genç. Ünlenince de gerisi, malumun ilamı...
Yazarak geçindiğini biliyorum. Kabul edelim ki, Türkiye'de sol, taraftarı olduğu her çeşit kültür ürün ve aktörünü finanse edebilecek kapasite ve anlayışındadır. Genç, solda mı? Ulusalcı mı gerçekten? Ne münasebet! Sadece kendi işinde, kendi yolunda, kendi meşrebinde. Onunla bazen kesişir yolunuz, bazen ayrışır. Kimseyi yaklaştırmaz yanına... Bir yargı ifadesi olarak alınmasın; O, hala nevi şahsına münhasır; O, hala biraz manik, biraz depresif...

Bir Asansör faciası da Ofli Hoca'dan


"...Geçen, asansöre bindim şehirde, binmez olaydum.
Dügmeleri karuşuktu, basmayi bilemedüm.
Girdi içeri bir giz.
Kapandu kapular kendülügünden.
Kalduk odada ikimiz.
O neydi Allahum, düşman başuna vermesin, asansörün içinde gizgin rüzgârlar eser.
Beli daracuk.
Lakün çömleklerin agzına kadar kaymak baglamuş.
Gögsünün ortasunda kurdelasunun furfulagu...
İki fitil dügümlenmiş aşagı sarkay, sanki kaymak ordaki ipliklerden akayü...
Dedi baga, hocam, kaçinci kata çikacaksun...
Karuştu kafam, gözlerim karardi...
Dedüm gizum, senin canin hangi kata istiyse oraya çikalum.
Ula Ofli, dedim.
Zinadur, bakma elün gizina.
Döndüm arkami giza, kapattum gözlerimi.
Zinadur diye sanki penseyle gözkapaklarumi sikayrum.
Bilmiyrum yürecugum uça uça hangi kata çikayruk.
Sanki kolima huriler girmiş, Allah katina çikayruk.
Zaman zaman aklıma gelir ha bu iş.
Lastik top gibi yüregim zıp zıp zıplar, içime bir sevinç düşer...
Lakün, böyle düşünmek günahtur, zinadur...
Diyebilir gurban oldugum Allah.
Ne derim şimdi oga ben...
Ucuna kadar geldin Ofli, sonunda mi gudurdin...
Affet, derim Allah'ım, üç günlük ömrüm galdi.
Yaşamak bu mudur aklum bir orda kaldi bir burda...
Ha bu aklum yüzünden yaşadugum bi .ikime yaramadi.
Birkaç günü galdi aklumun, ne olur sanki o da asansörlerde kalsun!...
Asansöre bindim diye yakaca musun beni cehenneminde...
Merdivenden de çiktuk, ne oldi, önümden çikay giz, etegunun altundan doni görüniy!...
Söyle gurban oldugum Allahum ben nereye gaçayim..."
Nihat Genç, Ofli Hoca'nın Konuşukluklari, sh.7

Murat Karayalçın

Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...