16 Aralık 2017 Cumartesi

Faiz Artıyor mu?

Merkez Bankasının Aralık Ayı toplantısında Geç Likidite Penceresi faiz oranını 50 baz puan arttırması, yazılı medyanın manşetlerine "Merkez, faiz arttırdı" biçiminde bir yorumla taşındı. 'Bu doğru mu', 'Orda neler oluyor' konularına açıklık getirmek istedim.
Geç Likidite Penceresi, mali sistemin sigortası olarak 2002 yılında tasarlandı. GLP uygulamasının; o günden 2016 yılının son çeyreğine dek, günlük yükümlülüklerini yerine getirme konusunda zorluk çeken bankaları, faiz miktarını yüksek tutarak uyarmak ve fakat fonlama da yaparak pozisyon zafiyetlerinin bankacılık sistemine zarar vermesini önlemek gibi sınırlı bir midyonu/işlevi vardı.
Merkez Bankası, geçen yıl Kasım ayında başlayan döviz kurundaki ani ve sürekli yükseliş hareketini kırmak için bankaları fonlamayı tedricen bıraktı. Ancak GLP kanalı, sistemin sigortası olduğundan açık tutuldu, yani pozisyon kapatamayan, borcunu ödeyemeyen, günlük yükümlülüklerini karşılama konusunda zafiyet gösteren bankalara yardımcı olmak misyonunu karşılamaya devam edildi. Merkezin bu yol ile bir diğer amacı, Merkez'in fonlama imkanlarına güvenip dövizde pozisyon almış bankalara; ihtiyaçları olan TL'yi döviz satarak karşılama, temin etme konusunda yönlendirmekti. Ayrıca zaten politika faizinin üzerinde olan GLP faizleri, bankalar bu imkanı ana arter gibi kullanmasınlar diye tedricen arttırıldı. Böylece Merkez, bankaları piyasaya döviz satma konusunda teşvik etmiş oluyordu ki bu politika, o dönem sıkça sözü edilen -gerçekte varlığı şüpheli- döviz talebini de karşılayıp kurlar üzerindeki baskıyı çözecek bir işlev görecekti. Merkez ayrıca döviz mevduatın zorunlu karşılıklarını düşürerek mali sektörün bu senaryoya olumlu katılımı için ön finans imkanı da sağlamıştır.
Dans, tek kişiyle olmuyor. Merkez, Bankaları kendi senaryosuna uygun davranma konusunda ikna edememiş olacak ki; Bankalar, GLP aracını kullanmayı döviz bozmaya tercih ettiler. ("Sakın anneme reklamcı olduğumu söylemeyin, o beni genelevde piyanist sanıyor" sendromu. Kar merkezli Banka yönetiminin performansı, etiğe tercih ettiği anlaşılıyor.) Merkez, bankaların kullandığı GLP kredi hacimlerini açıklamadığından detayını bilmiyoruz ancak tedricen GLP faizlerini yükseltmesinden anlaşılıyor ki, burada TL fon talebi artarak sürüyor.

"Ortalama fon maliyeti" diye bir kavram var. Merkez Bankasının Bankalara hangi kanaldan ne kadar ve hangi faizle kaynak aktardığını gösteren bilginin toplanarak ortalamalarla ifade edilmesini kapsıyor.
Öteden beri medya ve ekonomi çevreleri, bu ortalama rakamın gerçekten de fon maliyeti olduğunu zannettiler. Bu rakam, Türkiye'deki ekonomik ilişkilerin hasıl ettiği reel faizmiş değil ki. "Ortalama fon maliyeti arttı, azaldı." söylemlerini fütursuzca kullandılar. Oysa durum hiç de göründüğü gibi değil.
Bir kere bu adlandırmayı Merkez Bankası yapıyor. Merkezin muhatabı bir kişi değil, bir kitle. Merkez bu kitleyi oluşturan bankalara, değişik yöntem ve değişen faiz oranları ile kaynak sağlıyor. Bütün bu alış veriş konsolide edildiğinde (bir araya getirildiğinde) ortaya çıkan ortalama faiz, Merkez Bankası'nın ortalama karıdır. Her banka Merkez'den kullandığı yöntem ve kaynak miktarınca faiz ödemiş oluyor. Yani kitleyi oluşturan her bir bankanın maliyeti, bir diğerinden farklı.
Ortalama fon maliyetinin artması ya da azalması, muhatap bankaların o anki pozisyon, yükümlülük ihtiyaçlarının bir tezahürü, ekonominin gidişatı konusunda bir fikir vermiyor, ilgisi yok.
Bir süredir Merkez, GLP dışında bütün fonlama imkanlarını durdurmuş durumda. GLP'de ilk iletide beyan ettiğim, pencereden uzak tutma, döviz bozdurma amaçlı GLP faiz artışlarını, ülkede faizler artıyor çünkü ortalama fon maliyeti artıyor diye görmek ne kadar mantıklı. Bence değil. Hiç değil, hatta.
Üstelik bu iddianın arkasında örtük olarak bir finansal kuruluş olan bankaların Merkez'den GLP yolu ile temin ettikleri fonları, hesap kapama dışında sanki plasmana (kredi kullandırmasına) konu ettikleri gibi bir ima da var ki tam bir fecaat.

15 Aralık 2017 Cuma

Ya Kayyum Başa, ya Kuzgun Leşe

"Kudüs, üç Din'in birlikte barış içinde yaşayabileceği bir şehirmiş" Öyle diyorlar... Bu ifadenin eksik öncülü, Kudüs'ün ancak Müslümanların idaresinde herkes için yaşanabilir bir şehir olduğu gerçeğidir.
Hristiyan yöneticiler, Haçlı Seferleri ile bütün bir 12. yüzyıl boyunca;
Yahudi idareciler de son yetmiş yıldır uyguladıkları başarılı şiddet performansları ile toplum yönetme sanatından bihaber olduklarını ortaya koymuş oldular. İtina ile her nevi acı ve kötülük üretimi yapabiliyorlar.
Bunları görüp bildikten sonra tevazu olsun diye mi kendimizi de kirli sepetine koyup üstümüze çamaşır makinasının çalıştıracağız. Aşırı tevazu kibirdendir. Hayır, birilerine şirin görünmek çabası için kendi kültürümüzü zalimlerle bir tutan yaklaşımlara prim vermeyeceğiz.
Tarih, iktidarın Müslümanlarda olduğu dönem boyunca bölgede huzur ve sükunun sağlandığını ortaya koyuyor.

14 Aralık 2017 Perşembe

Arafat'ın hatasını evrensel bir doğru haline getirmeyelim

Kudüs'ün İsrailin başkenti olarak tanınmasını protesto ettiğimiz bu günlerde Müteveffa Yaser Arafat'ın 'Ermenileri Türkler karşısında mağdur bulan ve yanlarında olduğunu' açıklayan bir beyanının, okuyup aydınlanmamız için bir görsel formatında estetize ederek yayınlandığını gördüm. 'Bunlar için değmez' mesajını verdiğini algıladığım bu tespite katılmıyorum.
Her türlü söylemi, zaman ve zemin ile bağlantılı olarak yorumlamak gerekir. Arafat'ın bu sözünü de bütün zaman ve zeminler üstü; evrensel bir doğru, rafine bir kanaat takdimi olarak almak neden doğru olsun? Hangi nedenle? Açık ki, Ermeni tarafını tuttuğunu ifade eden beyan, orada toplumu için bir çıkar elde etmek üzere kurgulanmış bir gönül alma ibaresidir ve Türk tarafını incitmiş olmayı kaale almamaktadır.
Bu, biz Türkler için çok sürpriz bir durum mudur? Kanaatimce hayır. Türkiye ve Türkler, tarih boyunca küvezlik yaptığı hangi milletin devlet adamından teşekkür almıştır ki, Arafat'tan alsın? Onlar, Türkiye ve Türklere, vur abalıya diyerek kimi kazanımlar elde edebileceklerini düşünüyorlar.
Arafat, bu söylemi ile sonuç alabilmiş midir? , Filistinlilerin perişan durumu devam ettiğine göre alamamış benziyor.
Annelerin, çocuklarına karşı tolerans eşiği çok yüksektir. Osmanlı bakiyesi tüm milletler, annelerini inkar eden çocuklara benziyor. Onları bizden koparan emperyal irade, hepsini Mankurt yaptı. Böyle baktığımda zehirli, kışkırtıcı söylemlerin zihnimde  duygusal bir karşılığı oluşmuyor. Eyleme bakıyorum, söylemle tutarlılığı var mı diye. Yoksa, takılma etkisi yaratacak stratejik bir beyan olmadığı sonucuna varıyorum.
Bizim de Arafat'ın bu söylemine 'son ve kati bir kanaat' ya da Filistin halkının ortak değerlendirmesi muamelesi yapmamızın her iki taraf için de doğru ve yararlı olmayacağını düşünüyorum.

21 Kasım 2017 Salı

Mübadele

“…Babamı, birlikte olduğumuz yıllarda değil, hep yaşadıkça, onun yaşına geldikçe anladım. Yaptığımız işler birbirini tutsa da tutmasa da, öfkelerimizle sevgilerimizle yine de baba oğul olduğumuzu, yakınlıklarımızı sezdim, öyle sevdim.
Kurtuluş savaşının haberlerini hep Kur'an okuyarak, dua ederek izledi. Savaşın kazanılmasından neler beklediğini hiç bir zaman açık açık söylemedi. Fakat Florina'nın, Selâniğin bütün o camili, bağdadi evli, müslüman Makedonya topraklarının Osmanlılardan kopması, çok değil daha on yıllık hikâyeydi. Balkan Savaşı, İkinci Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı birbirlerini izleyen savaşlardı onun gözünde, ilkinde, ikincisinde yenilmiştik ama savaş daha bitmemişti, sürüyordu. Sonunda kazanmıştık işte. İçinden içinden ordularımızın ilk iki savaşta yitirilen yerleri geri alacağı umudunda olmalıydı. Yunanlıların eline geçmiş bile olsa Florina' yı Osmanlı kasabası olarak görüyordu hâlâ. Tam, kendi bildiğinden başka doğru tanımayan, dik kafalı Rumelililerdendi o. Yenilgiyi hiç bir zaman kabullenmemişti...
Lozan Andlaşması imzalanıp da, Batı Trakya Türkleri olarak bizlerin Batı Anadolu Rumları ile yer değiştireceğimiz duyulunca inanmak istemedi. «Olmaz öyle şey!» diyordu. Haber kesinlik kazanınca «Ben Florina'dan ayrılmam» diye tutturdu. «Bre baba, bre İbrahim Efendi, yapma etme, geçti o günler, unuttun mu üç yıldır çektiklerimizi. Yunanlılar Anadoludayken Ordumuz nerede, hükümetimiz nerde, biz de orda. Bize orası yakışır...» dedik. Ben söyledim, dostları söyledi, dinletemedik. Bir yandan da yol hazırlıklarımız ilerledi. Bir gün evimizi Bursa'nın yakın bir köyünden gelen görmüş geçirmiş bir Rum ailesine teslim ettik. Yola çıktık.
Babam, Selâniğe kadar ağzını açmadı. Trenin penceresinden Makedonya topraklarına, dağlara taşlara baktı durdu. Meşe ağacından yüksek arkalıklı bir koltuğu vardı. Selanik'te vapura bineceğimiz gün, yolculukla ilgili işlemleri tamamlarken, yorulmasın diye, gümrüğün rıhtıma inen merdivenleri önünde, koltuğuna oturtmuştuk onu. Koltuğunda yine öyle dalgın, tek söz etmeden bekliyordu. Vapura geçeceğimiz sırada birden, gerisinde, iki eliyle kavradı rıhtım merdivenlerinin parmaklıklarını. Doksan üç yaşındaydı. Hâlâ güçlü kuvvetliydi. Ben, Fehim Çavuş, Salih Bey, ellerini çözemedik bir türlü parmaklıklardan. Benim yerim Florina, diyordu. Ölülerimi kimsesiz bırakamam! Toprağımı bırakamam! Siz gidin, bindirin beni trene, Florina'ya geri döneyim, Fiorina'da öleyim...» Vapur kalktı kalkacak, söz anlamıyordu. Zorlukla, sonunda üç kişi koltuğu ile yerden havalandırdık, ayırdık ellerini parmaklıklardan. Ayırdık ama ayaklarına felç inmişti. Vapura, koltuğunda, elden ayaktan kesilmiş olarak bindi. Aklı yerindeydi, eskisi gibi rahat konuşuyordu. Göçmen olarak Urla'ya yerleştik. Urla'da üç yıl yatağında sılasını yaşadı. Baktığı yerden gözlerini ayırmadan sık sık dalar giderdi. Arada, kendini tutamadığı sıralarda «Ah, Florina'yı bırakmayacaktım, Florina'da ölecektim!» dedikçe, artık gölgelenmeye başlayan bakışlarında, cins atlar gibi, geniş sağrılı dik omuzlu dağlarının izdüşümleriyle Makedonya göklerinin ışığı yansır, yüzü bulutlardan sıyrılmış gibi aydınlanırdı.”
Necati Cumalı, Makedonya 1900

19 Kasım 2017 Pazar

Haydar Kazgan'dan arta kalanlar -2


“…Osmanlı dış ticaret açığı veriyor. Bunun büyük bir sebebi de silah alımı. Clemenceau (Klimanso, dönemin Fransız Başbakanı), Sevr'den önce Damat Ferit Paşa'ya, “1800'den 1917'ye kadar 117 senede 57 sene savaş yapmışınız,  1 milyon insanı üretim dışı bırakmışınız. Eğer siz İngiltere gibi olsanız, İngiltere altı sene harp yapmış ve 60 bin asker kullanmış, en kötü şartlarda bu insanların yarısını tarımda bıraksaydınız, sizin bugün ne borcunuz olurdu, ne de başka şey." Yalnız o değil tabii, bir de bu insanlara silah alınmış. Maalesef Osmanlı İmparatorluğu'nun silah rakamlan elimizde yok, ne kadar silah ithal etmiş bilinmiyor. Fakat ordu rakamlarından anlıyoruz ki, dış ticaret açığının büyük bir kısmı silah alımından kaynaklanıyor. Bu nasıl kapatılıyor? Biliyorsunuz 1854 ve 1856'da alınan ilk iki borcun şartı vardır, silah alma karşılığında verilmiştir. Yani Kırım Harbi sırasında Osmanlı ordusunu tekrar çağdaş bir ordu haline getirmek için kredi verilmiştir. Borçlara baktığımızda, hiçbir zaman bu borçların dış ticaret açığını, tediye bilançosunu kapatacak güçte olmadığını görürüz. Demek ki, gizli bir gelir var. Bu, 1914'e kadar devam ediyor. Bu zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu, merkantilist gelirle yaşıyor. Bunun içinde Osmanlı Ordularının yaptığı savaşların giderleri de var. Biliyorsunuz, Ruslar Ayastefanos'a (Yeşilköy) gelir, 1877 muharebesinde bir şart koşarlar, "Ya tazminat verirsiniz ya da İstanbul'u işgal ederiz," derler.  İstanbul'daki merkantilist tüccarlar, bankerler de dahil, toplanıp aralarında görüşme yaparlar. "Bu parayı biz vereceğiz," derler ve Ruslar'ı içeri sokmazlar. Bilirler ki, Ruslar içeri girerse başka şeyler de olacak. Galata esnafı toplanır, parayı toplar, verir.”

Haydar Kazgan, Salı Toplantıları: İstanbul’un dört çağı, sh. 99-100

Haydar Kazgan'dan arta kalanlar - 1


"...Osmanlı İmparatorluğu, Türk-İslam insanını 600 sene üretimden uzak tutmuş. Osmanlı İmparatorluğu aşağı yukarı fetihten beri yalnız İslam Türkleri'ni değil, devşirme yoluyla Hıristiyan ailelerinin çocuklarını da almış, asker yapmış. Şimdi ilk defa olarak, Türkiye 1960'lardan bu yana sivil toplum oluyor. Yani insanlar askerlik dışı becerilerde ve işlerde çalışmak üzere, bilerek veya bilmeyerek, ilk defa olarak Anadolu'dan İstanbul'a gelmek istiyorlar. Bu çok önemli. Türk toplumundaki en büyük değişme burada. Bugün Türkiye'de öyle bir duruma geldik ki, bu insanların ikinci nesli Paris'te, Londra'da dolaşıyor, ihracat yapıyor. Reji müdürü hatıralarında şöyle bir olay anlatıyor: "Samsun'daki tütün imalathanesine işçi filan alacağız, bir de silahlı bekçi alacağız. Bunları topladık. İmtihana 500 kişi kadar gelmişler, 50-60 kişi alınacak. Nasıl seçeceğiz? Dediler ki, bunlara matematik soralım. İnanır mısınız, o gelen 500 kişiden hiç birisi kerrat cetvelini bilmiyordu. Ne yapalım tüfek atışı yapalım, bir hedef koyduk, herkes on ikiden vurdu. Şimdi toplum buymuş, kerrat cetvelini bilmiyor, ama on ikiden vuruyor. Bunu değiştirmek lazım. Türkiye'de bunu değiştirmek için, geçmişin verdiği birtakım şeyler var. Bunların faturasını yani, bütün bu İstanbul'a yığılmalar, sivil toplum olmanın bedelini şimdi ödüyoruz. Agop Paşa maliye nazırıyken, "Ya, şu Harbiye Nazırına kerrat cetvelini değil ama faiz hesabını öğretebilsem. Aldığı avanslar için ne kadar faiz ödediğimizi, bir turlu öğretemedim," diyor. Şimdi böyle değil. Türkiye'de kapıcılar bile, sabah, parasıyla döviz alıyor, akşama satıyor. Artık uyandı Türk. Bu uyanmadan da korkmamak lazım. Aydın kesim bu uyanmadan da korkuyor..."

Haydar Kazgan, Salı Toplantıları: İstanbul’un dört çağı, sh. 114

10 Kasım 2017 Cuma

Döviz Operasyonunun 2017 versiyonu

Bankalar, geçen yılın Kasım ayında ülkemizin kur üzerinden yurt dışı kaynaklı bir operasyona tabi tutulduğunu anlamış olmalılar ki, sahip oldukları döviz pozisyonlarını hükümetin ve Merkez Bankasının 'döviz varlıklarınızı satın' tavsiyesine rağmen satmamış, korumuşlardı. Bunu nereden biliyoruz? Çünkü Merkez Bankası; Bankaları, dövizlerini satmaya zorlamak için TL edinme yollarına engeller getirmişti: Repo ihalelerini iptal etmiş, Geç Likidite Penceresi (GLP)'nden verdiği fonl...arın faizini yükselmişti. Daha önce Bankalar için prestij kaybı anlamına gelen bir işlem olan GLP, arada yapılan ilave faiz (maliyet) artışına rağmen Kasım 2016'dan kurun düştüğü Eylül 2017 dönemine kadar aktif bir biçimde kullanılmıştı, hala kullanılıyor.

Bütün bu dönem boyunca Bankaların döviz pozisyonlarını değiştirmeyerek yüksek faiz ödemek suretiyle Merkez Bankasına borçlanmalarını, operasyonun her an yeniden başlayabileceği kaygısından başka ne ile izah edebiliriz? Finansal kurumlardaki bu öngörünün devlet bürokrasisi açısından sürpriz bir bilgi olduğu kanaatinde değilim. Ancak varlık fonunun geçmiş bir yılı, etkin bir şekilde değerlendiremediğini düşünüyorum. (Fon, birkaç işlem yapıp likit olsaydı, mali piyasaların regülasyonunda misyon yüklenebilirdi.) Merkez Bankası, Bankaların pozisyonlarını bozarak TL'yi geçmelerini istiyorsa GLP'yi, şimdiki oranı olan %12,25'ten, %18-20'lere çıkarmalı ki, hala TL borçlanmak cazip olmasın. Ancak geçen yılın Kasım ayından bu güne; döviz pozisyonlarını korumanın, Bankaları abad etmese de varlıklarını güvence altına aldığını unutmayalım. Şimdi öngörülen pozisyon değişikliği ile yurt dışı kaynaklı olduğunu tahmin ettiğimiz operasyon, başarısızlığa uğratılacak mıdır? Merkez Bankası'nın Bankaları riske eden bir tutum içinde olmayacağı kanaatindeyim.

İdeal ve kalıcı olan, Merkez Bankası ile BDDK'nın, döviz spekülasyonuna yol açan aktör ve kullandıkları yöntemleri ortaya çıkarmalarıydı. Bu yapılmadığı müddetçe vücutta enfeksiyon bitmez

Murat Karayalçın

Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...