31 Mart 2020 Salı

Dötü Kalkanlar

Birini tanıyorum: Yirmi sekiz Şubat sürecinde eğitim imkanları kısıtlandığı için yurt dışında eğitim görmesi gerekmiş. Mezuniyet sonrasını çalışma hayatı da izlediğinden uzun bir dönem orada kalmış.
Türkiye'ye kesin dönüş yapmasının nedenlerini kendisi, samimi olarak açıklayamıyor. Yorgunluk, yenilgi, özlem...?
Gidiş nedenleri farklı olan ve çocukları(nı kaybetmemek) için dönmek isteyen bir başka arkadaşım, istemesine rağmen dönmedi, orada kaldı. O da benim sessiz okuyucularımdan. Belki gaza gelir de yazar, dönmeme kararında neyin etkili olduğunu...
Ama bu ilk paragraftaki arkadaş, vaktinde döndü. Yaşı gençti, yani. Hemen paraşütle bir kamu kurumunda uyum sağlama süreci başladı. Tabi yönetici olarak. Başka türlüsü Yaradanın gücüne gider diye düşünülmüş olmalı. Kimse arabayla tuvalete gittiğini rapor etmedi ama o kadar uzun bir süre yurttan ayrı kalmış, kültürel açıdan öyle soğumuştu ki toplumla gerçek bir uyumundan söz edemeyeceğimiz vakaları oldu...Kişisel bir tecrübe olarak sonradan hayalinde kendisi gibi yurt dışına gitmeyen herkesi Yirmisekiz Şubatçılarla işbirlikçi gördüğü kanaatine vardım.
Akpartili bürokratların çeşitli muhitlerde yabancılaşmasından, 1984 romanındaki insana dönüşen domuzlara benzemesinden ben şahsen; yurt dışı tecrübesine haiz bu kadronun kamu bürokrasisinde istihdam edilen kısmının sorumlu olduğu kanaatindeyim.

29 Mart 2020 Pazar

Mizahın Gücü

Kısa bir süre önce 'Dingin Savaşçı' isimli ilham verici bir filmden kısa bir fragman paylaşmıştım. Bu sahnede usta, talebesine mizah duygusunu korumasını, mizahın tüm ölçülerin ötesinde büyük bir silah olduğunu söylüyordu.
Bütün silahlar, prensipte aynı işlevi görür. Bıçaksa keser, tabancaysa kurşun atar, top ise gülle fırlatır vb. Bu yapılanın iyi mi kötü mü olduğunu belirleyen kriter, çoğunlukla o silahı kullanan yeterlilik sahibi kişinin maksadıdır.
Tarih boyunca mizahın yıkıcı yönüne ilişkin çeşitli örnekler görmek mümkünse de yakın dönem kendi geçmişimizden; Özal'ın itibarsızlaştırılma sürecinde kullanılan abartılar, Akbulut fıkraları, Erbakan'a atfedilen hayalperestlik, takunyacılık küçümsemeleri, Demirel'in, saf değiştirinceye kadar Çoban Sülü vb. ifadeleriyle aşağılanması, Tayyip Beyin isminin ünvan kullanılmadan çemkirilerek asker arkadaşı tadında söylenir, yazılır olması vb. örnekler ilk elde hatırıma gelenler.
Kabaca on seneyi bulan denetimsiz sosyal medya uygulamaları, mizahın kötü bir silah olarak kullanımının örneklerini gözler önüne seriyor. Başkasının üzüntüsünden sevinç devşiren, bir türlü mutlu olamayan, huzursuz, ümitsiz hastalıklı bir ruh durumuna sahip insanlar, herkesin eşitlenip sınıfsal engellerin kalktığı internet düzleminde fark edilmek, dikkat çekmek için harekete geçiyorlar. Aslında boşuna yaşamaklarını, işe yaradıklarını ve iyi ki var olduklarını duymak istiyorlar. Oysa hedefiyle aralarında yeterli mesafe bırakmadıklarından manevra kabiliyetlerini yitiriyor ve çatışmaların kaynağı ya da konusu haline geliyorlar. Küfür edip övgü beklerken tatminsizlik doğuran cevaplar alıyorlar.
Twitterda, günlük hayattaki kuralların aksine sanki herkesin elinde aynı kutupların çektiği, zıt kutupların ittiği bir mıknatıs var. Sürekli bir kavga hali. Hormonların savaşı. Nefret te güçlü bir duygu durumu sağladığından bu gün kaybettiysek yarın kazanırız diyen kumarbazın davranış biçimine benzer bir motivasyon, bu programın sürekli açık olmasını sağlıyor.
Geçen gün Mevlüt Bayraktaroğlu söylüyordu. Artık nasıl bir kimlik krizine girmişse ekonomi yönetiminden küresel salgının idare biçimine kadar herkese ve herşeye ayar veren bir kardeşimizin mesajlarının altına 'hemen yapılsın, baş üstüne, ne duruyorlar' gibi yorumlar yazarak inceden ayna tutuyormuş, ayılsın diye.
Olmuyor ama... Hormonlar, algıyı baskılayıp anlamadaki intikal sürecini geciktiriyor.

22 Ekim 2019 Salı

Döviz Tasarrufu ne denek?

Önce eylemi yap, sonra ne anlama geldiğini düşünürsün... "
Yetişkin insan tavrı bu mudur?
Hayır... Bu; çarpık yönlendirilmiş değerleri olan, çıkarcı insan tipinin davranışı olabilir.
Türkiye'de yerleşik sıradan insanlar, adına döviz denen yabancı para birimleri ile geliştirdikleri tasarruf ilişkisi üzerinde ne zaman düşünmeye başlayacaklar, Allah aşkına? 80 yaşını aştıktan sonra mı?
Para, kendisini çıkartan siyasi otoritenin, devlet olma vasfı ile toplumuna günlük hayatında değişim aracı olarak kullansın diye lanse ettiği, bir alım gücü (değer) ihtiva eden ekonomik bir varlıktır. Siyasi bir sembol olarak para, kendisini çıkaran devleti temsil eder. Bir yandan ABD'ye küfür edip diğer yandan Amerikan doları biriktirmek, kendisiyle çelişmektir, özü ile sözü bir olmamaktır. Bu durum bütün para birimleri için geçerlidir.
Ülkemizde 24 ocak 1980 kararları ile ekonomik liberizasyona geçildiğinde yurt içindeki yerleşiklerin döviz bulundurması, alması, satması ve borçlanması serbest bırakıldı. Bu dönemden başlayarak yüksek enflasyon nedeniyle insanlar, güncel birikimlerini döviz ile yapmaya başladılar. Böylece kur farkı, parasal varlığı enflasyon karşısında az ya da çok koruyordu. Kendini koruma iç güdüsü ile başlayan döviz severlik, günümüzde ülke mevduatlarının yarısından fazlasına erişmiş bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Amerikan Doları basma hakkı bulunmadığından elimizde, bankamızda bulunan her bir Amerikan Dolarına nasıl sahip olmuş olabiliriz? Onu açıklayalım da sömürüyü görelim. Biz Türkiye tarafı olarak bir mal ya da hizmeti, ABD'ye satarız. Onlar da bize kendi paraları olan boyalı kağıdı verir. Bu kağıt ancak yurt dışından bir şey satın almak istersek yeniden bir değer ifade eder. Yoksa mal ya da hizmet gitmiş, karşılığında kağıt gelmiştir. Bu durum tam da Türk Dil Kurumunca sömürüye verilen anlamı karşılar:"Yasal veya uygun olmayan bir biçimde bir ülke, kişi veya kaynak üzerinden aynî veya parasal çıkar elde etme." Halen sömürü miktarımız, brüt 200 milyar Dolar civarındadır. Yani 200 milyar Dolar karşılığı mal ve hizmet verilmiş, karşılığında kağıt alınmıştır.
Kendini enflasyona ezdirmeyecek yurdum insanı, bu savunma hareketiyle ülkemizi topyekun Amerikanın, Avrupa Birliğinin kucağına park etmiş, aval aval etrafı seyretmektedir. İtikadımca tasarruf amaçlı bir doları dahi olan 'tüyü bitmemiş yetimin' hakkına girmekte, Amerikalıya, Avrupalıya boyalı kağıt karşılığı hak etmedikleri bir konfor için finansman sağlamaktadır. O dövizi kimse almayıp biriktirmese yeniden anavatanına dönmek zorunda kalacak, bir şekilde ülkemize mal ve hizmet gelmesine neden olacaktır.
Bunun üzerinde düşünmeli ve tevbesi varken harekete geçmelidir. Alternatif ne olacak? Dünya kadar seçenek var, yeter ki doğru iş yapılmak istensin.

Nuri Pakdil'in ardından

Rahmetli Nuri Pakdil'i, gıyabında, eskiden beri yol arkadaşlığı yaptığı, şair, deneme yazarı, Ali Göçer üzerinden tanımıştık. Ali Abi'den, 80 ihtilalinden bir süre sonra Edebiyat Dergisi etrafında toplanan ve üstad'a mistik bir bağlılık içinde bulunan gençlerin, sebebi belirsiz bir biçimde bizzat Üstad tarafından etrafından uzaklaştırıldığını, irtibatlarının tek taraflı dondurulduğunu, zor bir adam olduğunu öğrenmiştik. Ancak o iletişimsizlik döneminde adı geçtiğinde, ne büyük bir saygı ile yad edildiğini de ifade etmem gerek. Nitekim gelsinler izni çıktığında Ankara'ya nasıl koştukları da dün gibi hatırımda...
O'nunla ilgili anekdotlarda anlatılan kişi, pervasız, öfkeli, her türlü sürpriz uygulamaya açık, heyecanlı ve edebi anlamda üretken biriydi. Türkçe zevki, çok özneldi. Kudüs konusunda çok erken bir zamanda pozisyon almış, mevzuya dikkat çekmişti.
Toprak zengini bir ailenin çocuğu olarak hukuk okudu, devlet planlama teşkilatında görev aldı. Kendisini DPT'de ziyaret eden gençleri şoklaması, geldiğine pişman etmesi, uzun yıllar yalnız kalmasına neden olmuştur. (Aynı gençler Rasim Özdenöreni'i de ziyaret eder, anlata anlata bitiremezlerdi, Rasim Beyi.)
Memleketteki baba mirasına hiç sahip çıkmadığı söylenir. Geçimi, maaşı ileydi. Bu maaşı neden baba mirasından gelecek gelire tercih ettiğini öteden beri anlayamamışımdır. Davranışları ve söylemleri çok radikaldi, çünkü. Uzlaşmazdı. Olgunluk döneminde kağıt paraların üzerinde gördüğü suretten duyduğu rahatsızlığı, o kağıdın üzerinde tepinmekle telafi ettiği rivayet olunmuştur.
Hiç evlenmedi. Bunu dava adamlığına bağlarlar, el hak öyledir.
AkParti'nin iktidar günleri O'na da 'yaradı'. Tanınırlığı arttı, itibarı bilinir oldu. Adı ve eserleri gençlere ulaştı.
Güzel, yakışır bir final süreci ile veda etti, dünya hayatına.
Allah, korktuğundan esirgesin, rahmetiyle muamele etsin, mekanı cennet olsun, başımız sağ olsun. Amin.

Aslanın kediye boğdurulması ya da TCDD ihalesindeki İBB Şirketlerinin aczi

İbb Başkanı bu kez de 'kaybedilen' bir kiralama ihalesi nedeniyle gündem oluşturuyor. Kim ne derse desin ortada bir rezillik olduğu kesin.
Büyükşehrin aslan parçası dört şirketi, TCDD'nin iki arazisinin kiralama pazarlık ihalesine katılmış ancak dosyaları, 15 günlük yasal süre içinde yapılan komisyon incelemesinde yetersiz bulunmaları nedeniyle pazarlığın yapılacağı ikinci oturuma davet edilmemiş, dolayısı ile ihaleden elenmişler. Bu komisyon kararı, yasal prosedürün bir parçası olarak iştiraklere yazılı olarak tebliğ edilmiş. Sonra komisyon, ihaleyi tamamlamış, sonucu da ilan etmiş. İtiraz, devlet ihale mevzuatına göre bu aşamadan sonra devreye girecek.
Belli ki yaşananlar, Başkanın çok zoruna gitmiş.
Başkan, içinde boşluklar bulunan kısıtlı bilgilere sahip kısa bir video haber yaparak kamuoyu ile paylaşmış. Manipülasyon tam da budur: Dinleyiciye kendi hikayesini olduğu gibi anlatmak yerine bilmesi gerektiği kadarını verip taraftar kazanmak. Herkese, "anlarsın ya.." dersin, anlatımdaki boşlukları herkesin kendi vehmi ile doldurması beklersin. Yanlış işler bunlar. Ne oldu kardeşim, güzel anlat!
Video, tertibi dahil, hadiseyi anlatışı, delilleri sunuşu, kamuoyundan beklentileri vb. çok duygusal ifadeler içeriyor; iyi bir süreç yönetimi gösteremiyor, Başkan.
Kazanan şirketin sermayesi, 10 bin TL belki ancak 20 milyonu aşkın bir ekipman yatırımı var firmanın. Gazete haberine göre İbb tarafı, firmanın ekipman liste değerine KDV dahil olması bakımından itiraz etmişler. Güzel bir saptama. Ancak komisyonun daveti sürdürerek bunu kabul etmediği anlaşılıyor. Tabi İbb'nin bu detay bilgiye nasıl ulaştığı da enteresan bir konu. Firmanın ihale komisyonuna sunduğu dosyada yer alan bu belgeyi ancak komisyonun kendisi görebilir. Komisyonun içinde bir 'iç bilgi hırsızlığı' olduğu ortaya çıkıyor.
Başkan, haklılığını 'burası bizim iştiraklerin kiralamasına uygun bir yer, başkasına verilemez' ifadesiyle tesis edemez. Büyükşehir iştiraklerinin ihale komisyonundan neden yeterlilik alamadığı konusu, haklı da olsa haksız da olsa gerçekten skandaldır. İş bitirme belgesinde öne sürülen iptal gerekçesi, hukuk tekniğine konu bir problem olarak çok kolay çözümlenir. Sorumluluk sahibi bir İhale komisyonunun değerlendirme süreci boyunca bu durumun hukuki altyapısını sorgulamaması düşünülemez. Ancak elbette komisyon kararlarına itiraz edilebilir ve bu olayda da itiraz edilmelidir. İstenilen iş deneyim belgesi neymiş ki bir dünya markası olan Kültür AŞ bunu tek başına sağlayamamış, anlamak mümkün değil.
Yerleşik hukuk kavramlarının yerine mevzuatta yer almayan güncel dilin iyiniyetli beyanlarının kullanılabileceğini zannetmek, tam anlamıyla sorumsuzluk. Evlenirken nikah memuruna evet yerine geçebilecek "tabii, elbette, her şey çok güzel olacak" gibi eşdeğer ifadeler kullandığınızda beyanınız kabul görmüyor, evlenemiyorsunuz. Taahhüt veriyorsan, hukukun dilini kullanmaya mecbursun. Bu eski dil, yeni dil ayrımıyla izah edilemez. Başkanın metni hazırlayan hukukçusunu çağırıp rutin dışına çıkmakla ne yapmak istediğini, bu gerekçenin Belediyenin hangi misyonuyla örtüştüğünü sorması gerekir. Birisi fantezi yapacak diye Kurumun prestij kaybetmesi hoş görülebilir mi?
Bir de Başkanın hak arama sürecinin bir parçası olan suç duyurusu işlemini her zaman yaptığı gibi şova çevirme çağrısı var. Tam bir özgüven eksikliği. Kurumun hakkını ara, bize ses, gürültü değil, sonuç getir.
Bu video da halkı bilgilendirmekten çok, haklı olduğuna dair bir algı oluşturma maksatlı hazırlanmış görünüyor. Büyük yetkileri olan bir kamu bürokratının, ezik, mağdur görüntü vermesi, siyasi açıdan İstanbul'u temsil edemediği gibi beklentilerin tam tersi bir algı doğurur. Öyle ya daha ne yapsın İstanbul Halkı? Seçmiş getirmiş. Kurduğu kadro, kelime seçiminde bile ideolojik davranıyor, iş deneyim belgesini doğru hazırlayamıyorsa gölgelere sataşmak yerine ekibini, ekibe insan seçimlerini sorgulasın, Başkan.
Son olarak insanlık adına söylemeliyim ki, evvelce küçük bir maaş karşılığı İbb'de çalıştığını söylediği, kazanan tarafın yöneticisini küçümsemeyi bırakmalı Başkan. Bu çok ayıp bir tarz. 'Sen anlarsın' demekle bir iddia peydahlamış olmuyorsunuz ama kendi kalite bileşiminizin ne olduğu konusunda herkesin zihninde bir başka algıya yol açıyorsunuz.
Ha bu arada, kira bedeli olarak İbb firmaları, aylık 100.000 TL fiyat önerirken, kazanan taraf ikinci oturumda 300.000 TL fiyat veriyor, ardından yapılan şifahi pazarlıkta 350.000 TL fiyatla ihaleyi alıyor. Hem düşük fiyat veriyor Başkan, hem de haksız bir şekilde şov yapıyor. Yazıklar olsun, bizi bu duruma getirenlere...

Çin ekonomisi üzerine karamsarlık

Çin ekonomisi bu yılın üçüncü çeyreğinde %6 büyümüş. Bu oran hem beklentilerin altındaymış hem de son 26 yılın en düşük büyüme oranıymış. Büyüklere masallar...
Türkçede 'ya sayı saymayı bilmiyorsun ya da hiç dayak yemedin' diye bir söz var ya, bu iş tam bu sözün açılımını ifade ediyor.
Çin gibi dev bir büyüklüğün %6 büyümesi ne demek? Elbette Çin, küçülen bir oranla büyüyecek. Aksi ekonomi biliminin müktesebatına uymaz. Aksi politik, lafu güzaf bir söylemdir. Kimse maratonu, yüz metre koşu temposuyla bitiremez. 'Çin artık eski performansında değil' söyleminden para kazanacak birilerinin üfürmeleri bunlar.

Bugünün Osmanlısı

Osmanlının iktidar olduğu bir dönemde ben/biz Osmanlıyız diye ortaya çıksaydınız; bu, iktidarda hakkınız olduğunu iddia ettiğiniz biçiminde algılanırdı, dolayısıyla infaz edilirdiniz. Bugün bu söylemi kullanacaklar için böyle bir risk yok. Çünkü Osmanlı iktidar değil. O halde buyrun gerine gerine söyleminizi tekrar edin ve Osmanlı iktidar olmadığı için şükredin. Ben de bugünün Osmanlıyız söylemi içinde kimlik beyanında bulunanların bunu farklı bir bağlamda ifade ettiğini, misyonun yaşamakta olduğunu ancak vizyonda güncelleme problemi olduğunu belirttim. Malum, usul esastan önce gelir. Bu kuralın eleştiriye uyarlaması, 'yazanı değil yazdığını odağına al'dır. Nitekim öyle yapmış, ilave olarak yazının saçma olduğunu yazmışım. Yazının saçmalığı, düşünce düzeyinde anakronizm içermesinden ileri gelmekte. Bugün kendini Osmanlıyız biçiminde tanımlayan kişi, Osmanlı döneminde yaşasaydı kendini iktidar talebi olarak görülebilecek bir beyanla ifade etmezdi ki. O günün insanıyla benzer olduğunu düşündüğü ortak vizyon ve misyonu hangi kelime ya da tamlama üzerinden ifade edebilecekse onu kullanırdı. İçeriği farklılaşmış (dün: iktidar talebi, bugün: vizyon+misyon) ancak (Osmanlıyız) ifadesi aynı kalmış bir söylemin iki tarih aralığında test edilmesinin bugünkü tartışmalarımıza ve geleceğimize ışık tutma imkanı bulunmadığı kanaatindeyim. Dolayısı ile zaman makinasına binip Osmanlı dönemine gidenler, etrafta alenen kendilerine Osmanlı Torunuyuz dememeliler. Herkes zaten öyle. Deselerdi saçma olurdu.
Bir yazıya muhtevası yüzünden saçma denmesini hoşgörüsüzlükle itham edenler, bu vesile ile lütfen 'kendi hoşgörü/kabul eşiklerini' sorgulasınlar. Yazıyı print edip üstünde zıpladığımız bilgisi mi, kendilerine ulaşmış? Kaldı ki, bahse konu yazı, yorum alanının bir parçasıdır. Okuyan açısından yazarın -uhdesindeki- kredisi, yazının eleştirisine engel olamaz.

Murat Karayalçın

Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...