25 Aralık 2018 Salı

Yeni asgari ücret

2019 yılında geçerli olacak asgari ücret tarifesi açıklandı. Buna göre yeni asgari ücret, %26 oranında bir artışla 2020 TL oldu.
Emekçiler, neden fiyat artışları alır? Bunun iki temel sebebi var: büyümeden pay almak ve fiyatlar genel düzeyinde meydana gelen artışların alım gücünde yol açtığı daralmayı ortadan kaldırmak.
Uzunca bir zamandır, çalışanlara asgari ücret üzerinden büyüme payı ödemesi yapılmıyor. Varsa yoksa enflasyon etkisi... Tabi bu da önemli bir şeydir.
Bu yılki asgari ücret artışının enflasyonun %4-5 puan üzerinde olacağı anlaşılıyor.
Asgari ücretin neredeyse tamamı, ülke içi tüketim harcamalarında kullanılıyor. Dolayısı ile asgari ücrette yapılacak artışlar önemli çünkü doğrudan büyümeyi teşvik ediyor.
Bir husus ta bu yılki asgari ücret artışının, enflasyonu artıracağı kaygısında olan hazirun için eklemek gerek: temmuz ayında yaşadığımız ekonomik anafor, emek dışındaki bütün üretim faktörlerinin, malların fiyatlarını arttırmak için gerekçe oluşturdu. Klasik bir iktisat kanunu, fiyatların geriye esnek olmadığını söyler. Bunun anlamı, fiyatların düşme özelliği olmadığıdır. Nitekim enflasyonun temel artış gerekçesi olan döviz fiyatlarındaki tırmanış, ekimden sonra yerini düşüşe bırakmasına rağmen önceden artmış olan fiyatlar, kurala uyarak geriye gelemedi.
Şimdi artık genel ekonomik düzeyde emek fiyatlarında asgari ücrete yapılan artış oranlarında güncelleştirmeler yapma zamanı. Bu artışlar, büyük oranda enflasyona neden olmayacak zira işletmelerin bu artışları karşılayacak bir fiyat artışına gittiklerini ve bu fiyat seviyesini de koruduklarını biliyoruz. Kamu, ücret artışlarını bahane edip enflasyona yol açmak isteyecek girişimcilerle özel olarak ilgileneceği kanaatindeyim.

23 Aralık 2018 Pazar

Yıldönümleri

2018 yılı çıkıyor. Malumunuz, 2018 yılı, 1918 yılının yüzüncü yıl dönümü.
100 yıl, 500 yıl, 1000 yıl gibi dönüm günleri, anılacak olayın önemine göre çeşitli toplantı ve etkinlikler yolu ile toplum gündemine getirilir ki, geçmişin hatırası, olayın günümüze etkileri vb konularında toplumsal mutabakat sağlansın, kolektif bilinç (toplumsal hafıza) beslensin.
Bu yıl, 1908'den 1918'e kadar toplumsal hafızamızı ilgilendiren en az sekiz farklı önemli tarihi hadisenin 100. seneyi devriyelerini doldurmuş olduk. Zengin babanın züğürt oğlu gibi neredeyse dedelerimizin doğrudan yaşadığı bu hadiselere neden bu kadar yabancılaştığımız, sanki bütün o yaşananlar olmuş bitmiş, bugüne etkisi olmayan, hatta bizimle ilgisi bile olmayan 'başkalarının hikayeleridir.'
Mart 2019'da İstanbul'un işgalinin yıldönümünü idrak edeceğiz. Bu olmaz dediğimiz ne varsa olmuş, yoklukla imtihan edilmişiz.
Sonra Mayıs 1919'da, direnişin başlangıç yıl dönümü ve diğerleri. Hepsinin bir mesajı var.
Toplumun yetkinliği, geleceğimizin teminatıdır. Hafızası olmayan toplumlar, milletten çok kitleyi oluşturur.

Sarıkamış Harekatı

Türkiye, dünyanın ortasında ama kabul edelim ki bu durum; Türkiye, herşeyin merkezinde demek değil.
Sözlü ve yazılı medya üzerinden akan haberler, aklımıza gelebilecek her kategoride bir Türk ya da Türkiye vurgusu olduğunu ispat için algı üretmeye çalışıyor: "En uzun yaşayan bizde; bu olay başka yerde olmaz; burası Türkiye!; yine dünya şampiyonu oldular... " vs.
Sarıkamış harekatı, yıldönümü hatırlanan ve hatırası yürüyüşlerle taze tutulan ender bir olay... Ancak kanaatimce ilginç bir şekilde Sarıkamış Harekatında ne oldu, bugüne mesajı nedir konuları es geçilerek bilgiden öğrenmeye geçmek, kitlesel anlamda mümkün olmadı.
Dikkatinizi çekmiştir; Sarıkamış'taki şehit sayısı, iç kamuoyundaki kullanımlarda garip bir şekilde yüksek gösterilir. Şehit sayısının çokluğu ile övünmek de neyin nesi? Neyse o olmalı, öyle değil mi?
Sarıkamış, Almanya'nın Batı cephesinde siperlere çakılı kaldığı; dolayısıyla doğudan kendi üzerine
gelecek Rus tehdidini bertaraf etmek için Osmanlıyı, siyasi baskılarla önce savaşa sokup sonra da Rusları meşgul etmek üzere Kafkaslara yönlendirdiği öncü bir harekattır. Büyük resim okuması, en yalın biçimde budur.
Enver Paşa, Erzurum'daki ordu merkezi ile sürekli haberleşme halindedir. Askerin ihtiyaçları ve hava durumu hakkında sürekli anlık telgraf bilgileri alır. Görev yeri Erzurum olan ve sonradan harekatta şehit düşecek olan Hafız Hakkı, Genelkurmay'da Enver Paşa'yla yakın çalışmış, onu tanıyan bir subaydır ve her iki konuda da bardağın dolu tarafını gören yanıltıcı bilgilerle Paşa'yı yanlış yönlendirir. Enver Paşa, harekatın olumlu geçeceğinden o kadar emindir ki zafere sahip çıkmak için bölgeye gider, denetlemeler yapar, harekatı başlatır.
Daha önce bir benzerini Balkan Savaşı sırasında yaşadığımız lojistik (levazım) sorunları, Sarıkamış Harekatının da sonucunu belirleyen en önemli nedenlerdir. Denetlemeye girecek ordu komutanları, ihtiyaçlarını merkeze bildirmek yerine geçici olarak denetlemeye girmeyecek olan başka birliklerden temin etmişler ve eksiğin var mı sorusuna hayır demişlerdir.
Bürokrasi, ne kadar ihtiyaç içinde olursa olsun dışarıya karşı kendini güçlü göstermek ister. Aksi durum genellikle bir yöneticilik zafiyeti olarak algılanır. Yönetici, üstü yöneticiden azar işitmemek, kariyerinde olumsuz bir kaydın yer almasını önlemek için durumu idare edebilir. Sarıkamış'ta bu olmuş, bunun sonuçları acı vermiştir.
Allah, şehitlerimize rahmet etsin.

17 Kasım 2018 Cumartesi

Ermeniler

Anadolu'da, İran'da, Kafkasya'da; dağınık ve düşük yoğunluklu bir nüfusla yaşayıp giderlerken; 19.yüzyılın ikinci yarısı boyunca Rusya, İran ve İngiltere'nin zoru ile 400 yılı aşkındır Türk yurdu olarak bilinen bölgeye toplanan bir etnisite: Ermeniler
Sorsan, tarihten önce de vardık diyecekler. Sorsan, çok daha fazlasını da söylerler... O yüzden sorma, boş ver. Bunlar yüzyıllardır bizim insan kardeşimiz olarak korumamız altında yaşamış, zanaatte ustalaşmış, kaygısızca çoğalmış bir insan topluluğudur. İğfal edilerek bin bir vaad ile baştan çıkarılmıştır. Fitnenin kaynağı kendileri değildir; bizim gibi fitneye maruz kalmışlardır.
Galiba bu biraz da bizim kaderimiz. Yunan'ı, Ermeni'si, Bulgar'ı, Sırp'ı, garibi gurebası, devlet kurmak, toprağını büyütmek, aynı dili konuşan insanlarını kendi etrafında birleştirmek bahanesi ile vergi toplamak ve tarihten kendine bir kimlik edinmek için Türkleri kestirir gözüne. Öyle ya düşman güçlü olacak ki, milli kimlik te ona nispetle özgüven kazansın. Ne yapalım, bütün bunlar, bizim seçimimiz değil...
Tehcire maruz kalanlar, ölçülü konuşurken onların çocuk ve torunları, mazoşistik bir sevinçle köpürterek tehcir hakkında yalanlar ürettiler, ballandıra ballandıra kin ve nefret suçu işlediler, yüz yıl boyunca... Kitlesel bir depresyonu, kalıcı kılmak için ne gerekiyorsa yaptılar: heykeller, müzeler, şarkılar, filmler...
Biz kendi var olma mücadelemizi kazanıp yeni cumhuriyetimizi kurduğumuzda on yıldan fazla sürmüş olan bir savaş serisinden çıkıyorduk. Türkiye' de hakkında dedikodu yapmak için kim ne yapsın Ermenileri? Tarihin hangi devrinde bir düşman ihtiyacı içinde olmuş ki bu toplum, şimdi olsun?
Yokluk yılları, ll. Dünya Savaşı sürecinde de devam edecektir. Anadolu'da sessizce konuşulan, nasıl katliam yaptığımız değil nasıl katliama uğradığımızdır. Dış İşleri mensubu şehitlerimiz de oldu; genç nesle kimsenin "bunları unutmayın, bunlar da oldu..." dediği de yok bu arada. Ermeni düşmanlığı tesis etmeden tarih şuuru vermek lazım o gençlere. Ama devletin başka türlü bir yoğunluğu var. Yetişemiyor...
Kendilerini iyi hissettikleri ilk fırsatta Karabağ'ı işgal ettiler. Göç geldikleri yerin sahibi olmak için sivil, genç, yaşlı demeden karşılaştıkları Azerileri katlettiler, Karabağ' da. (Ermeni) Haklarını korusun diye 25 yıldır çözümü tıkayan Minsk grubunu kurdu, Batılılar.
Ermenistan Ermenilerini, o coğrafyada kaldıkları müddetçe zihnen kurtarabilmenin mümkünatı yok, depresyon, yoksunluk ve saldırganlık çukurundan kurtulamayacaklar.
Türkiye Ermenileri, zaten vatanlarında yaşıyor, dedik ya insan ve kültür kardeşlerimiz onlar bizim.
Karabağ'a ne olacak, peki? Azeriler, tıpkı Ermenistan Ermenileri gibi günü geldiğine inandıklarında harekete geçecekler. Bir şeyler bildiğimden değil; savaş, savaşı çeker, çünkü.

24 Ekim 2018 Çarşamba

Algının değişimi

Amerikanın sesi (VOA), Uluslararası Ekonomi Peterson Enstitüsü uzmanlarından Jacob Kirkegaard ile kısa bir söyleşi yapıp yayınlamış. Uzman, misyon sahibi tüm kaçamak severler gibi arkası boş bir büyük resim okuması yapıyor. İsminin önünde yer alan uzmanlık titri, titrememizi sağlayacak kadar güçlü değil. IMF'yi adres gösterip ekonomik krizin başında olduğumuzu müjdeliyor.(!)
Kirkegaard, söylemlerinde haklı çıksa ünlü biri olur mu, sanmıyorum. Ancak gerek kimliğinin Türkiye toplumu için önemsizliği, gerekse söylemi, zaten haklı çıkmaması halinde büyük bir bedel ödemesini gerektirmeyecek.
Bu ara kerameti kendinden menkul çok uzman göreceğiz, benzer ağız kullanan. Medya bunları karamsar bir algı tasarımı için görünür kılıyor olmalı... Zira iş yapmak istese Berat Albayrak'tan randevu alır. Haber yapıyor ki dezenformasyon olsun, senin benim algım değişsin.
Yakup kardeşin "Allah, bir" beyanına dahi ihtiyacımız yok. İşimize, gücümüze bakalım.
Yalancı kahinleri; ihbar halinde polis, toplayıp savcıya götürüyor. Bkz. Aydınlı cinci hoca (!) Mehmet Pala. 36 yaşında hayatın festivalden ibaret olmadığını gösteren süreçle tanıştı.
Umarım Uzman Yakup ta gün gelir, emeğinin karşılığını alır.

İnşaat Sektörü Tercihi

Bir konuyu kayda geçirmeyi, unutulmasına tercih ediyorum: Bir takım akıl sahipleri, Türkiye'nin yurt dışından borçlanma yolu ile temin ettiği fonları, inşaat sektörü gibi verimsiz alanlarda değerlendirdiğini, sırf bunun için bile olsa cezalandırılması gerektiği görüşündeler.
Büyük resim anlatıları böyle olur. Detayları olabildiğince sadeleştirir, görüneni anlatırsınız. O zaman problem nerede?
Türkiye, liberal demokrasi rejimini tercih etmiş bir ülke. Burada devlet ekonomik planlar yapar, kendi kamusal hedeflerine uygun yatırım yapan girişimcileri, vergi almayarak, kredi tesis ederek vb. yöntemlerle destekler, yönlendirir teşvik eder. Hiç bir yöne icbar etmez.
Girişimci, inşaat yapmak istiyorsa kaynağını bulur, yapar. Devletin Toki dışında inşaat yatırımı yok. Toki de bildiğim kadarıyla yurt dışından kredi almıyor. Ancak bankalar, üretilen konutların finansmanı için ihtiyaç duydukları fonları, yurt dışından temin ediyorlar, edebilirler.
Etrafımızdan biliyoruz, imkanı olan pek çok girişimci gerek fırsat gerekse imkanları elvermesi nedeniyle konut yapmaya yöneldi. Görünür konut stokunda bir arz fazlası var. Durumu gören yeni girişimci, piyasanın doyduğunu anlıyor, yeni pozisyon açmıyor.
Büyük resim anlatısında kullanılan ete kemiğe bürünmüş Türkiye somutlamasının fiziki karşılığı, bankalar ve çeşitli proje sahibi müteahhitler. Devletin özellikle müteahhitlerin batmaması için özen gösterdiğini, kampanyalar yaptığını da gördük. Zira inşaat sektörünün çok fazla sektör ve kesimle ticari bağları var ve sektörel bir batış, ekonominin bütününde onarılmaz hasarlara neden olabilir.
Türkiye'yi ve Türk Devleti'ni şamar oğlanı gibi gören anlayışın detayda devletle birebir karşılığı olmayan büyük resim beyanlarında bulunması ve bu kapsamda kendi gibi olanla girdiği karşılıklı onay mekanizmasını "değil mi Muhittin?" anekdotuyla bağlamak üzere insafınıza terk ediyorum.

Değil mi Muhittin?

Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulduğunda öğretim kadrosu akademik ihtiyaçtan dolayı biraz hızlı ünvan almış. İşletme dersleri hocası Aydın Türkbal da çok erken bir yaşta profesör ünvan almış, daha sonra asistanı Muhittin Hoca ile birlikte ders verir olmuştu. 90 öncesi üniversitelerde genel olarak Hoca-Asistan ilişkisi, tam bir üstad-çömez ilişkisi gibidir. Asistan, Hocanın mutlak surette emir ve kontrolündedir.
Muhittin Hoca'nın her zamanki gibi öğrencilerin arasında oturduğu bir gün Aydın Hoca, bir hatırasından bahseder: "... İlaç şirketinden geldiler. Yeni bir ilaç geliştirmişler. Benden denememi ve ilacın bağımlılık yapmadığına dair bir rapor vermemi istediler. Muhittin biliyor, değil mi Muhittin?"
Muhittin Hoca, tastik eder: "tabi hocam..."
"... Aradan şimdi hatırlamıyorum, 20 günden fazla geçmiş olmalı, ben ilacı denedim ancak bağımlılık yaptığını görmedim. Hemen raporumu yazdım gönderdim... Değil mi Muhittin?"
- Tabi Hocam...
- O hafta sonu, Kocaeli'nde bir sempozyum vardı. Muhittin'le beraber gittik. Hatırladın değil mi Muhittin?
- Evet Hocam...
- Gittik ama ben otobüste fenalaştım. Meğer, ilaç bağımlılık yapıyormuş. Kendimi otogardan eczaneye zor attım. Değil mi Muhittin?
- Evet, Hocam.
- Eczacıya ilacı sorduysamda "... Maalesef, hiç kalmadığı şeklinde bir cevap aldım. Yıkılmıştım. Eczacı, halimden müteessir olmuştu.
- Ne oldu diye sordu.
- Şey... Galiba ilacın bağımlısı oldum dedim...
- Nasıl olur, mümkün değil; bakın, ünlü profesör Aydın Türkbal'ın raporu var, bu ilaç bağımlılık yapmaz!
Çok bitkin bir şekilde gösterdiği yere baktım. Cam tezgaha alttan raporumun bir fotokopisini yapıştırmış, ona işaret ediyordu. Başımı iki yana sallayıp;
- Üzgünüm, Aydın Türkbal benim. Maalesef erken karar vermişim. İlaç, bağımlılık yapıyor dedim. Değil mi Muhittin?
- Tabi, Hocam...
- O zaman eczacı, elini ağzına götürüp "öyle mi?" dedi... Eğilip masasının çekmecelerinin birinden ilacı çıkarıp uzattı:
- Buyurun, Hocam; alın kullanın. Çok az sayıda kaldı. Yok satıyor, ilaç. Dostlar için bir kaç kutu ayırdık. Alın lütfen kullanın.
Çok teşekkür edip hemen bir tane kullandık oradan sempozyuma geçtik, değil mi Muhittin?
- tabi, Hocam...
Rahmetli Aydın Hocanın buna benzer başka hikayeleri de var. Mekanı cennet olsun. (Muhittin Hocanın bu kadar ezilmişlikten sonra ne kadar sert bir Hocalık yaptığını tahmin etmişsinizdir.)

Murat Karayalçın

Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...