21 Kasım 2017 Salı

Mübadele

“…Babamı, birlikte olduğumuz yıllarda değil, hep yaşadıkça, onun yaşına geldikçe anladım. Yaptığımız işler birbirini tutsa da tutmasa da, öfkelerimizle sevgilerimizle yine de baba oğul olduğumuzu, yakınlıklarımızı sezdim, öyle sevdim.
Kurtuluş savaşının haberlerini hep Kur'an okuyarak, dua ederek izledi. Savaşın kazanılmasından neler beklediğini hiç bir zaman açık açık söylemedi. Fakat Florina'nın, Selâniğin bütün o camili, bağdadi evli, müslüman Makedonya topraklarının Osmanlılardan kopması, çok değil daha on yıllık hikâyeydi. Balkan Savaşı, İkinci Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı birbirlerini izleyen savaşlardı onun gözünde, ilkinde, ikincisinde yenilmiştik ama savaş daha bitmemişti, sürüyordu. Sonunda kazanmıştık işte. İçinden içinden ordularımızın ilk iki savaşta yitirilen yerleri geri alacağı umudunda olmalıydı. Yunanlıların eline geçmiş bile olsa Florina' yı Osmanlı kasabası olarak görüyordu hâlâ. Tam, kendi bildiğinden başka doğru tanımayan, dik kafalı Rumelililerdendi o. Yenilgiyi hiç bir zaman kabullenmemişti...
Lozan Andlaşması imzalanıp da, Batı Trakya Türkleri olarak bizlerin Batı Anadolu Rumları ile yer değiştireceğimiz duyulunca inanmak istemedi. «Olmaz öyle şey!» diyordu. Haber kesinlik kazanınca «Ben Florina'dan ayrılmam» diye tutturdu. «Bre baba, bre İbrahim Efendi, yapma etme, geçti o günler, unuttun mu üç yıldır çektiklerimizi. Yunanlılar Anadoludayken Ordumuz nerede, hükümetimiz nerde, biz de orda. Bize orası yakışır...» dedik. Ben söyledim, dostları söyledi, dinletemedik. Bir yandan da yol hazırlıklarımız ilerledi. Bir gün evimizi Bursa'nın yakın bir köyünden gelen görmüş geçirmiş bir Rum ailesine teslim ettik. Yola çıktık.
Babam, Selâniğe kadar ağzını açmadı. Trenin penceresinden Makedonya topraklarına, dağlara taşlara baktı durdu. Meşe ağacından yüksek arkalıklı bir koltuğu vardı. Selanik'te vapura bineceğimiz gün, yolculukla ilgili işlemleri tamamlarken, yorulmasın diye, gümrüğün rıhtıma inen merdivenleri önünde, koltuğuna oturtmuştuk onu. Koltuğunda yine öyle dalgın, tek söz etmeden bekliyordu. Vapura geçeceğimiz sırada birden, gerisinde, iki eliyle kavradı rıhtım merdivenlerinin parmaklıklarını. Doksan üç yaşındaydı. Hâlâ güçlü kuvvetliydi. Ben, Fehim Çavuş, Salih Bey, ellerini çözemedik bir türlü parmaklıklardan. Benim yerim Florina, diyordu. Ölülerimi kimsesiz bırakamam! Toprağımı bırakamam! Siz gidin, bindirin beni trene, Florina'ya geri döneyim, Fiorina'da öleyim...» Vapur kalktı kalkacak, söz anlamıyordu. Zorlukla, sonunda üç kişi koltuğu ile yerden havalandırdık, ayırdık ellerini parmaklıklardan. Ayırdık ama ayaklarına felç inmişti. Vapura, koltuğunda, elden ayaktan kesilmiş olarak bindi. Aklı yerindeydi, eskisi gibi rahat konuşuyordu. Göçmen olarak Urla'ya yerleştik. Urla'da üç yıl yatağında sılasını yaşadı. Baktığı yerden gözlerini ayırmadan sık sık dalar giderdi. Arada, kendini tutamadığı sıralarda «Ah, Florina'yı bırakmayacaktım, Florina'da ölecektim!» dedikçe, artık gölgelenmeye başlayan bakışlarında, cins atlar gibi, geniş sağrılı dik omuzlu dağlarının izdüşümleriyle Makedonya göklerinin ışığı yansır, yüzü bulutlardan sıyrılmış gibi aydınlanırdı.”
Necati Cumalı, Makedonya 1900

19 Kasım 2017 Pazar

Haydar Kazgan'dan arta kalanlar -2


“…Osmanlı dış ticaret açığı veriyor. Bunun büyük bir sebebi de silah alımı. Clemenceau (Klimanso, dönemin Fransız Başbakanı), Sevr'den önce Damat Ferit Paşa'ya, “1800'den 1917'ye kadar 117 senede 57 sene savaş yapmışınız,  1 milyon insanı üretim dışı bırakmışınız. Eğer siz İngiltere gibi olsanız, İngiltere altı sene harp yapmış ve 60 bin asker kullanmış, en kötü şartlarda bu insanların yarısını tarımda bıraksaydınız, sizin bugün ne borcunuz olurdu, ne de başka şey." Yalnız o değil tabii, bir de bu insanlara silah alınmış. Maalesef Osmanlı İmparatorluğu'nun silah rakamlan elimizde yok, ne kadar silah ithal etmiş bilinmiyor. Fakat ordu rakamlarından anlıyoruz ki, dış ticaret açığının büyük bir kısmı silah alımından kaynaklanıyor. Bu nasıl kapatılıyor? Biliyorsunuz 1854 ve 1856'da alınan ilk iki borcun şartı vardır, silah alma karşılığında verilmiştir. Yani Kırım Harbi sırasında Osmanlı ordusunu tekrar çağdaş bir ordu haline getirmek için kredi verilmiştir. Borçlara baktığımızda, hiçbir zaman bu borçların dış ticaret açığını, tediye bilançosunu kapatacak güçte olmadığını görürüz. Demek ki, gizli bir gelir var. Bu, 1914'e kadar devam ediyor. Bu zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu, merkantilist gelirle yaşıyor. Bunun içinde Osmanlı Ordularının yaptığı savaşların giderleri de var. Biliyorsunuz, Ruslar Ayastefanos'a (Yeşilköy) gelir, 1877 muharebesinde bir şart koşarlar, "Ya tazminat verirsiniz ya da İstanbul'u işgal ederiz," derler.  İstanbul'daki merkantilist tüccarlar, bankerler de dahil, toplanıp aralarında görüşme yaparlar. "Bu parayı biz vereceğiz," derler ve Ruslar'ı içeri sokmazlar. Bilirler ki, Ruslar içeri girerse başka şeyler de olacak. Galata esnafı toplanır, parayı toplar, verir.”

Haydar Kazgan, Salı Toplantıları: İstanbul’un dört çağı, sh. 99-100

Haydar Kazgan'dan arta kalanlar - 1


"...Osmanlı İmparatorluğu, Türk-İslam insanını 600 sene üretimden uzak tutmuş. Osmanlı İmparatorluğu aşağı yukarı fetihten beri yalnız İslam Türkleri'ni değil, devşirme yoluyla Hıristiyan ailelerinin çocuklarını da almış, asker yapmış. Şimdi ilk defa olarak, Türkiye 1960'lardan bu yana sivil toplum oluyor. Yani insanlar askerlik dışı becerilerde ve işlerde çalışmak üzere, bilerek veya bilmeyerek, ilk defa olarak Anadolu'dan İstanbul'a gelmek istiyorlar. Bu çok önemli. Türk toplumundaki en büyük değişme burada. Bugün Türkiye'de öyle bir duruma geldik ki, bu insanların ikinci nesli Paris'te, Londra'da dolaşıyor, ihracat yapıyor. Reji müdürü hatıralarında şöyle bir olay anlatıyor: "Samsun'daki tütün imalathanesine işçi filan alacağız, bir de silahlı bekçi alacağız. Bunları topladık. İmtihana 500 kişi kadar gelmişler, 50-60 kişi alınacak. Nasıl seçeceğiz? Dediler ki, bunlara matematik soralım. İnanır mısınız, o gelen 500 kişiden hiç birisi kerrat cetvelini bilmiyordu. Ne yapalım tüfek atışı yapalım, bir hedef koyduk, herkes on ikiden vurdu. Şimdi toplum buymuş, kerrat cetvelini bilmiyor, ama on ikiden vuruyor. Bunu değiştirmek lazım. Türkiye'de bunu değiştirmek için, geçmişin verdiği birtakım şeyler var. Bunların faturasını yani, bütün bu İstanbul'a yığılmalar, sivil toplum olmanın bedelini şimdi ödüyoruz. Agop Paşa maliye nazırıyken, "Ya, şu Harbiye Nazırına kerrat cetvelini değil ama faiz hesabını öğretebilsem. Aldığı avanslar için ne kadar faiz ödediğimizi, bir turlu öğretemedim," diyor. Şimdi böyle değil. Türkiye'de kapıcılar bile, sabah, parasıyla döviz alıyor, akşama satıyor. Artık uyandı Türk. Bu uyanmadan da korkmamak lazım. Aydın kesim bu uyanmadan da korkuyor..."

Haydar Kazgan, Salı Toplantıları: İstanbul’un dört çağı, sh. 114

10 Kasım 2017 Cuma

Döviz Operasyonunun 2017 versiyonu

Bankalar, geçen yılın Kasım ayında ülkemizin kur üzerinden yurt dışı kaynaklı bir operasyona tabi tutulduğunu anlamış olmalılar ki, sahip oldukları döviz pozisyonlarını hükümetin ve Merkez Bankasının 'döviz varlıklarınızı satın' tavsiyesine rağmen satmamış, korumuşlardı. Bunu nereden biliyoruz? Çünkü Merkez Bankası; Bankaları, dövizlerini satmaya zorlamak için TL edinme yollarına engeller getirmişti: Repo ihalelerini iptal etmiş, Geç Likidite Penceresi (GLP)'nden verdiği fonl...arın faizini yükselmişti. Daha önce Bankalar için prestij kaybı anlamına gelen bir işlem olan GLP, arada yapılan ilave faiz (maliyet) artışına rağmen Kasım 2016'dan kurun düştüğü Eylül 2017 dönemine kadar aktif bir biçimde kullanılmıştı, hala kullanılıyor.

Bütün bu dönem boyunca Bankaların döviz pozisyonlarını değiştirmeyerek yüksek faiz ödemek suretiyle Merkez Bankasına borçlanmalarını, operasyonun her an yeniden başlayabileceği kaygısından başka ne ile izah edebiliriz? Finansal kurumlardaki bu öngörünün devlet bürokrasisi açısından sürpriz bir bilgi olduğu kanaatinde değilim. Ancak varlık fonunun geçmiş bir yılı, etkin bir şekilde değerlendiremediğini düşünüyorum. (Fon, birkaç işlem yapıp likit olsaydı, mali piyasaların regülasyonunda misyon yüklenebilirdi.) Merkez Bankası, Bankaların pozisyonlarını bozarak TL'yi geçmelerini istiyorsa GLP'yi, şimdiki oranı olan %12,25'ten, %18-20'lere çıkarmalı ki, hala TL borçlanmak cazip olmasın. Ancak geçen yılın Kasım ayından bu güne; döviz pozisyonlarını korumanın, Bankaları abad etmese de varlıklarını güvence altına aldığını unutmayalım. Şimdi öngörülen pozisyon değişikliği ile yurt dışı kaynaklı olduğunu tahmin ettiğimiz operasyon, başarısızlığa uğratılacak mıdır? Merkez Bankası'nın Bankaları riske eden bir tutum içinde olmayacağı kanaatindeyim.

İdeal ve kalıcı olan, Merkez Bankası ile BDDK'nın, döviz spekülasyonuna yol açan aktör ve kullandıkları yöntemleri ortaya çıkarmalarıydı. Bu yapılmadığı müddetçe vücutta enfeksiyon bitmez

17 Ekim 2017 Salı

Ahmet Ağaoğlu'nun gözüyle mütarake İstanbul'u

Ahmet Ağaoğlu, Paris Konferansına gitmek üzere bir heyetle birlikte 8 Aralık 1918'de Bakü'den ayrılır, önce karmakarışık durumda bulduğu Batum'a gelir. "Sokaklar hep İngiliz ve Türk zabitleri ve askerleriyle dolu; her yerde pek acı olan teslim ve tesellüm muamelesi yapılıyor. İngilizler silahla beraber askerlerimizin elinde ne varsa almaya çalışıyorlar. Yerli halk bundan çok müteessirdir, çok ağlayanlar gördüm..."
Batum'dan gemiyle İstanbul'a gelen grubu, İngiliz askerleri zorla İngiliz Konsolosluğuna götürürlerse de gece saatin onbir olması bakımdan işlem yapmayıp ertesi gün geri gelmeleri koşulu ile salıverirler. Ağaoğlu'nun ailesi Şehzadebaşı'nda ikamet etmektedir. Bir araba tutar, evine giderken gördüklerini anlatır:
"İstanbul'un göğü kara bulutlar ile kapalı. Şiddetli ve fırtınalı bir yağmur şehri yıkamış, ıslatmış artık yağmur dinmişti.
Buna rağmen Beyoğlu tarafı, şen şatırdı. Bütün evler, mağazalar, oteller ve lokantalar sanki büyük bir bayram imiş gibi donatılmıştı. İngiliz, Fransız ve Yunan bayrakları, evlerin pencerelerinden mağazaların kapılarından sarkıyor; sokaklar baştan başa halkla dolu. Gezenler arasında hali elbiseleri ile kibirli ve gururlu yürüyüşleriyle herkesin dikkatini çeken İngiliz zabitleri kızgın kızgın konuşuyorlar, küfürler savuran Fransız askerleri, sarhoş Yunan bahriyeleri, ötekine berikine çatıyorlar, ara sıra bir Fransız müfrezesi, mızıka ile sokaktan geçiyor, halk alkışlıyor, "Yaşasın Fransa, Yaşasın İngiltere, yaşasın Yunanistan" bağırtıları kopuyor. Bazen bir kafile genç Rumlar, vatansever şarkılar okuyarak halkın içinden geçiyor ve bütün evlerin pencerelerinden dükkan ve mağazalardan "zito, zito" nidaları yükseliyordu.
Sokaklarda fesli hemen yok gibidir. Ara sıra yolunu şaşırmış bir fesli görünürse de hemen saklanmaya, karanlık yan sokaklardan birisine savuşmaya çalışıyor. Vaktinde bunu yapamayanın fesi alınıyor ve bindir gülmeler, kahkahalar ve hakaretler arasında parçalanarak havaya savruluyor.
Şehrin Beyoğlu kısmı eğlencelere dalmışken Haliç'in öteki tarafı başka bir manzara gösteriyordu. Eminönü'nden Topkapı'ya ve Eyüp'e kadar bütün o geniş saha sanki bir mezar kesilmişti. Sokaklar derin bir karanlık içine çökmüş kimseye rast gelinmiyordu. Kapanmış kafeslerden gelen sönük ışıklar, mezarlar üzerinde yanan kandilleri andırıyordu. İnsan sesi işitilmiyordu. Ara sıra terk edilmiş bir kedinin acı miyavlamaları, sahipsiz köpeklerin ümitsiz havlamaları, insana anlatılması güç bir vahşet hissi veriyordu. İstanbul sanki yerin dibine girmiş Yenikapı'dan Eyüp'e kadar sıralanan o muhteşem abideler, eski harabeler arasında yıkılmış mabetlerin enkazlarını andırıyordu. Bu ıslak hava, bu boş ve karanlık sokaklar, mabetleri bürümüş bu elem, ardı arkası gelmeyecek bir felaket ve matem hissi ile insanı içinden ürpertiyordu, fakat bu yalnız bir matem de değildi: Evlerine tıkanmış, hariçle alakayı kesmiş Türkler, dünyadan da saklanıyorlar, insanlardan da çekiniyorlardı! Evet! Haricin beriki tarafı hem utanıyor, hem içinden kendisini yiyor! Ve bu hal onun sokaklarının taşlarında, evlerinin kafeslerinde, camilerinin şerefelerinde apaçık gözükmekte idi! Her şey başını aşağıya dikmiş, çekiniyor ve içinden ağlıyor! Ben de aylardan beri ayrıldığım aileme utanarak, ağlayarak kavuştum."
Ahmet Ağaoğlu, Mütareke ve Sürgün Hatıraları, sh.48-49

29 Eylül 2017 Cuma

Konuşma Terapisi

İster psikolojik isterse fizyolojik sorunlar olsun; yaşadığımız dünya ile uyumumuz bozulduğunda (hastalandığımızda), yeniden denge haline ulaşabilmek (iyileşmek) için başvurabileceğimiz İki temel yöntem var:
-Bitkisel ya da sentetik yolla üretilmiş kimyasal maddelerin vücuda kazandırılmasını ifade eden ilaç kullanımı,
-konuşma terapisi.
Genel sağlık sistemi; kurumları, teşhis ve tedavi yöntemleri itibariyle ilaç kullanımını esas alan yöntem üzerine odaklan...mış durumda.
Sonuçlar üzerinde olumlu etkisi olduğu bilinmesine rağmen nasıl iyileştirdiğinin belirlenmesi konusunda uzmanlar arasında tam bir mutabakat bulunmaması nedeniyle Hükümetlerce, halkın maddi, manevi aldatılma riskini bertaraf etmesi bakımından; şimdilik psikiyatri, psikoloji, koçluk ve psikolojik danışmanlık gibi profesyonel alanlar dışında konuşma terapisinin kurumlaşmasına yasal açıdan izin verilmemektedir.
Konuşma terapisi, insanın ağzından çıkanı kulağının duyması; sözün ifade (paylaşımı) edilmesi yolu ile başlayan ve anlamların yerine oturması ile derinleşen bir farkında oluş hali sunar. Konuştukça düğümlerimizi çözer, rahatlarız.
Henüz böbrek taşını düşürtecek uygun kelimeler ve söylenme sıklığı gibi konular bilinmese de olumlamanın ve konuşmak yolu ile rahatlamanın pek çok bedensel karşılığı olduğunu biliyoruz.

Müslüman Özgüvenine Yeni Bir Saldırı

Emperyalizmin travmatize ettiği islam toplumlarına dönük yeni bir saldırı, bu kez Müslüman etiketli iki araştırmacının çalışması olarak yayınlandı. Kötülüğü çoğaltmamak için araştırmayı kopyalayıp yapıştırmıyorum. Bu araştırmaya ilişkin genel bir değerlendirmeyi aşağıya aldım:

Yazı ile ilgili daha önceden Cat Stevens, Aliya İzzetbegoviç ve başka bazı Müslüman liderlere atıfta bulunarak yaptıklarına benzer bir şekilde "aynı teraneyi yeniden ambalajlayıp servis ettikleri" kanaatindeyim. Akademisyenlerin iyi niyetli olduklarını düşünmüyorum. Ümmetin genel olarak zaten yaralı, yeni inşa edilmekte olan bir özgüveni var, bunu sarsmak, tereddüte düşürmek, canımızı sıkmak, bizi savunmaya itmek istediklerini zannediyorum.
Basit bir örnekten hareketle yazıyı, mülteci olmuş bir Suriyeli, Arakanlı ya da Kuzey Iraklı bir Kürt okusa, metinde iddia edilen genellemelerle ne derece empati kurabilir? Biz ne yaşıyoruz, akademisyen ne anlatıyor?
Araştırma, İslam ülkelerinin ne kadar İslami olduğu üzerine kurgulanmış. Bir kere İslam ülkesi kavramını tanımlaması lazım: sosyolojik bir kavram mı? Siyasi bir kavram mı, hukuki bir kavram mı? Anlaşıldığı kadarıyla 4 grupta topladığı kriterlere göre hepsini birden ifade ediyor ama hemen belirteyim, aksini iddia edecek bir genişlikte tanımlasa da esas olarak dini bir kavramdan bahsetmiyoruz, İslam ülkesi deyince; sosyolojik bir kavram bu ve halkı Müslüman ülkeleri kapsıyor. (Resmi dini İslam, kendilerini İslam cumhuriyeti olarak ilan edenler filan önemsiz detaylar. )
Birinci önemli saptama, İslam ülkesi tabirinin dini değil sosyolojik bir tanım olduğudur. Bu durumda halkı Müslüman olmayan ülkelerin İslam ülkeleriyle İslamilik yarışmasına katılmasını sorgulamak lazım. Elmalarla armutları, aldıkları yağmur, güneş ve topraktaki mineralden dolayı mukayese edeceğiz. Bunun mantıksızlığını kayda geçirmek istiyorum.
İkinci önemli saptama, araştırmanın yapıldığı dönem itibariyle incelenen tüm ülkeler, sanki devlet olmaları karşılaştırma yapmaya yeterli imiş gibi eşit kabul edilerek analize tabi tutuluyor. Sömürgecilerle sömürülenler, yola yeni çıkanlarla çok önceden yolda olanlar, tarihte hiçbir sorun yaşamamış olanlarla kökü kazınmak istenen milletler/devletler, çok soğukkanlı bir biçimde karşılaştırılıyor. Bu yanlış. Bir çok gelişmiş batı ülkesinin tarihsel zirvesini yaşadığı hatta kimi kriterler itibariyle düşüşe geçtiği bir dönemde kim Yemen’in devlet ve toplum yapısının mukayese için ideal bir noktada olduğunu öne sürebilir? Yeni Zelanda, tarihin hangi döneminde Hindistan’ın gördüğü muamele ile karşılaştı? Bir mukayese yapmak için en uygun anın şimdi olduğunu kim söylüyor?
İkinci argüman da birinci argüman gibi farklı objelerin mukayesini anlatıyor.
Üçüncü olarak İslamilik indeksi ifadesi çok yanlış seçilmiş bir ifade. Buna insanilik indeksi deselerdi daha güzel olurdu ama o zaman tabi, bir özgüven saldırısı çıkmazdı. Neden İslamilik indeksi kriterlerinde şunlar yok, yeterince İslami mi değil bu kriterler:
Irkçılık, ırkçı siyasetin genel siyasete oranı
Mesela Suriye dağılıyor; indeksin üst sırasındaki kaç ülke Suriyeden kaç mülteci almış?
Başka yerlerden kaç mülteci almış?
Toplumun eğitim düzey dağılımları
GSMH büyüklüğü ve gelirin dağılımı, (gini katsayısı)
Halkın travmatik bir geçmişten gelmesi, mesela Türkiye için konuşalım, 1908-1923 arası en üst düzeyde alarm ve savaşla geçilmiş. Muazzam miktarda kitlesel içe göçler olmasına rağmen, 1927 nüfus sayımında 13 milyon çıkıyor ülke. Üstüne devrimler, kendi acılarını ifade edip travmasını çözememiş toplum, başta yazı olmak üzere kendini anlatacak araçlardan yoksun. Bütün bir Türkiye toplumu, kültürel açıdan kimlik krizine yuvarlanmış. Maişet derdi de var, tabi. Savaşlardan çıkmışsın, meslek bilen, sanatı olan mı var? Şaka değil, Türkiye toplumu, sosyolojik olarak 1950’den sonra şehre göç yolu ile şoktan çıkmış ancak 1980’den sonra kendini ifade etmeye –kısmen- başlamıştır. Bugün geldiğimiz nokta dengelendiğimiz bir nokta mı? Hayır. Kutsalı yitirip sembolik düzeye indirmiş aşırı seküler bir toplum. Devleti teste tabi tutup milleti mi yargılayacaklar şimdi bu akademisyenler? Valla ben kendi kriterlerinin yetersiz ve yanlı olduğunu düşünüyorum ancak ciddi işlem hataları da yapmış olabilirler, güvenmiyorum.
Mesela bu araştırma sonucunda İslam dünyasındaki son yüz yıllık bocalama, İngilizlere fatura ediliyor mu? Ya da ABD’ye hatta Fransa ve Rusya’ya? Çavuşesku, Stalin ne kadar milletlerinin medarı iftiharı ise Sukarno, Enver Sedat, Kaddafi, Saddam ve Esat da o kadar kendi toplumlarını temsil eder. Bunların pisliklerinin faturası, toplumlara ciro edilemez.

Murat Karayalçın

Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...