27 Ekim 2014 Pazartesi
Bir Beyan Bir Analiz
Aşağıdaki alıntı, GerçekGündem.com'un 6 Haziran 2014 tarihli yayınından alınmıştır. Haberde özetle 17 Aralık günü Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasında geçtiği iddia edilen bir konuşma/ses kaydı ile Devlet Bakanı Egemen Bağış ve Hürriyet Gazetesinin Ankara Temsilcisi Metehan Demir arasında geçtiği iddia edilen bir başka konuşma/ses kaydının youtube üzerinden servis edilmesi sonucu ilgili youtube kayıtlarının montaj olup olmadığına dair Tübitak'ın verdiği "montaj" saptamalı rapora ilişkin CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran'ın twitter'dan verdiği tepkiler aktarılmaktadır.
-“MİLYON DOLARLAR DA MONTAJ”-
“Dünyadaki hiçbir saygın ses adli bilişim uzmanı youtube üzerinden gelen bir ses dosyası hakkında TÜBİTAK'ın verdiği gibi bir rapor veremez. Uluslararası raporlarda 5 kaydın bir araya getirilerek tek bir dosya ortaya çıkartıldığı ancak sesin özdeş olduğu gözüküyordu. Ancak sesin youtube üzerinden sıkıştırılmış ortamda alınması nedeniyle birebir orijinal olup olmayacağının ifade edilemeyeceği söyleniyordu. TÜBİTAK bir mucizeye imza atarak sıkıştırılmış bir dosyadaki sesin her parçasının hecelerine kadar montaj olduğunu tespit etmiş. Bu teknoloji gerçekten ne ABD'de var, ne Rusya'da var, ne Avrupa'da var. Erdoğan ne derse o teknolojisi, sahteyi gerçek, gerçeği sahte yapar. Belki de TÜBİTAK'a atanan eski Hayvanat Bahçesi müdürü, burada yaptığı çalışmalarda dünyada eşi olmayan bir teknoloji geliştirmiştir. Youtube dosyası üzerinden ses analizi yapabilen bu teknolojinin ilk olarak kimler üzerinde denendiğini de, mahiyetini de merak ediyoruz. Eğer TÜBİTAK bu sesleri Youtube dosyası üzerinden değil orijinal halinden analiz etmişse, o tapeleri de istiyoruz. Bakalım uluslararası kuruluşlar o orijinal, sıkıştırılmamış dosyalardaki ses kaydının kime ait olduğunu gösterecek? Uluslararası saygınlığa sahip o adli bilişim uzmanlıklarını da google’da bulabilirsiniz. Bazıları çok seviyor, onlara yardım olsun. Hazır konusu açılmışken ben sorayım bari, evden çıkan paraları kim montajladı? Çelik kasa dolusu paralar, ayakkabı kutularında milyon dolarlar da montaj. Kamu hazinesini montajlamışlar, kasalarını doldurmuşlar. Eski İçişleri Bakanı'nın oğlunun evinden çıkan bu paralar da montaj. Harama montaj yapıp helal diye yemişler.”
ANALİZ
Yazıyı, insicamını göz önünde bulundurarak üç kısımda inceliyoruz.
“Dünyadaki hiçbir saygın ses adli bilişim uzmanı youtube üzerinden gelen bir ses dosyası hakkında TÜBİTAK'ın verdiği gibi bir rapor veremez. Uluslararası raporlarda 5 kaydın bir araya getirilerek tek bir dosya ortaya çıkartıldığı ancak sesin özdeş olduğu gözüküyordu. Ancak sesin youtube üzerinden sıkıştırılmış ortamda alınması nedeniyle birebir orijinal olup olmayacağının ifade edilemeyeceği söyleniyordu. TÜBİTAK bir mucizeye imza atarak sıkıştırılmış bir dosyadaki sesin her parçasının hecelerine kadar montaj olduğunu tespit etmiş. Bu teknoloji gerçekten ne ABD'de var, ne Rusya'da var, ne Avrupa'da var. Erdoğan ne derse o teknolojisi, sahteyi gerçek, gerçeği sahte yapar.
Birinci kısımda aslen hukukçu olan sayın milletvekilini, bir ses teknisyeni kıvamında konuşurken gözlemliyoruz. Bütün söyledikleri doğru olabilir ancak bu durum, bunları söyleyeni ses teknisyeni yapmaz. O halde ifadenin "Tübitak'ın bir mucizeye imza attığı" abartısı dışında kalan bölümü, Umut Oran üzerinden söylenmiş bir uzman görüşü olmasına rağmen metinde buna dair bir atıf bulunmamasını, Umut Bey'in okuyucu algısını bir paratoner gibi üzerine çekmek ve bunu kimse ile paylaşmak istememesi şeklinde yorumluyorum.
İkinci kısım, kısa ancak önemli bir detay içeriyor:
Belki de TÜBİTAK'a atanan eski Hayvanat Bahçesi müdürü, burada yaptığı çalışmalarda dünyada eşi olmayan bir teknoloji geliştirmiştir.
Önce cümlede atıfta bulunulan gizli özne hakkında kısa bilgi verelim: Mustafa Sancar , 1996 yılında Tübitak'a bağlı bir enstitü olarak kurulan Ulakbim (Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi) in, Cahit Arf Bilgi Merkezi Müdürlüğünde Müdür Yarımcısı olarak göreve başlıyor. Bu göreve Ankara Büyükşehir Belediyesine bağlı Ankara Hayvanat Bahçesi Müdürlüğünde Müdür pozisyonundan getiriliyor. Sancar, "skandal atama" başlığı ile konuyu gündeme getiren Aydınlık Gazetesine verdiği kısa mülakatta bilimsel dergilerde yazarlık yaptığını, mesleğinin idarecilik olduğunu geçmişte de Ankara Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın İşleri’nde idarecilik yaptığını ifade ediyor. http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/40454-o-mudur-aydinlika-konustu-ben-susuyorum-tubitak-konusacak.html
Şimdi bu atama, bir idari tasarruftur. Mustafa Sancar, hayvanat bahçesi müdürü olmakla kategorik olarak Tübitak'ta ya da bir başka Kurumda yöneticilik yapmak için yetersiz, ehliyetsiz ve kabiliyetsiz bulunamaz. Bulunduğu beyanı, böyle sıradan bir çıkarsamayı yapamayanı iddia sahibini küçültür, değersizleştirir.
Sayın Milletvekilinin beyanında Mustafa Sancar'a dair yukarıda verdiğim bilgilerin hiçbiri yok. Şu var ama : Mustafa Sancar, Tübitak'ta ses teknolojisi üzerine çalışıyor ima ve iddiası... Mustafa Sancar, yukarıda linkini verdiğim mülakatta Tübitak açıklama yapacak deyip kendi pozisyonunu kendi kelimeleri ile tanımlamıyor ancak Ulakbim ve Cahit Arf Bilgi Merkezi ifadelerinden zaten kurumun kabaca elektronik bir kütüphane işlevi gördüğü ortaya çıkıyor zaten. Ses ve video üzerine çalışan bir Merkez değil bu. Milletvekili, egosunu tatmin için kurduğu cümlede bir insan ve ülkenin gözbebeği bir kurum hakkında haddini aşan bir alaycılıkla iftirada bulunuyor ve idari bir tasarrufla Tübitak'ın bir enstitüsünde göreve başlamış bir kişi üzerinden Tübitak'ın her konuda yetersiz olduğu algısını oluşturmaya çalışıyor. Kendi tezini haklı çıkarmak için elindeki malzemeleri bir kaba döküp karıştırıyor, gerçeklerin ne olduğu ile ilgilenmiyor. Toplumun hukuku için yola çıkan, üstelik mesleği de hukuk ile ilgili olan birinin düştüğü hallere bakın...
Youtube dosyası üzerinden ses analizi yapabilen bu teknolojinin ilk olarak kimler üzerinde denendiğini de, mahiyetini de merak ediyoruz. Eğer TÜBİTAK bu sesleri Youtube dosyası üzerinden değil orijinal halinden analiz etmişse, o tapeleri de istiyoruz. Bakalım uluslararası kuruluşlar o orijinal, sıkıştırılmamış dosyalardaki ses kaydının kime ait olduğunu gösterecek? Uluslararası saygınlığa sahip o adli bilişim uzmanlıklarını da google’da bulabilirsiniz. Bazıları çok seviyor, onlara yardım olsun. Hazır konusu açılmışken ben sorayım bari, evden çıkan paraları kim montajladı? Çelik kasa dolusu paralar, ayakkabı kutularında milyon dolarlar da montaj. Kamu hazinesini montajlamışlar, kasalarını doldurmuşlar. Eski İçişleri Bakanı'nın oğlunun evinden çıkan bu paralar da montaj. Harama montaj yapıp helal diye yemişler.”
Sayın milletvekilimizin içindeki ses teknisyeni bu defa büyük resme odaklanmış bazı sorular soruyor. Bir çeşit karanlıkta ıslık çalmaya benzeyen bu sorular ile "kayıt/ses delilini yalanlasanız bile çelik kasa dolusu paralar, ayakkabı kutularındaki paralar... " gibi başka deliller de bulunduğunu hatırlatarak kendini izleyen topluluğun ilgi ve dikkatinin dağılmamasını sağlamak istiyor. "Kamu hazinesini montajlamak" ifadesi tam bir zihinsel dağılmışlığı ifade ediyor.
Gerçeğin peşinde olmak sorumluluk getirir. Bir doğruya bir yanlışla gidilmez. Sayın milletvekili, suçlamadan, itham etmeden, gerçeğe ulaşmak adına, uzman egosuna bürünmeden sorularına cevap isteyebilecekken, muhtemelen amatörü bile olmadığı bir konuda ahkam kesip alay etmeye yelteniyor. Hayvanat bahçesi müdürlüğünden geldiği için Tübitak'a yakıştıramadığı şahsı, ses teknisyeni olarak ilan edip yeni keşiflerde bulunmuş olacağı "dalgası" ile eğleniyor ama dolaylı olarak Tübitak gibi önemli bir kurumun böyle "işbilmez" ve "kayırmacı" insanları istihdam etmesi nedeniyle güvenilir olmakta çıktığı iddiasında bulunuyorki, tam bir zırvalık.
http://www.gercekgundem.com/guncel/48995/tubitakin-bu-raporuna-kim-inanir
26 Ekim 2014 Pazar
OLVIDO - DRANAS
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Ey unutuş! kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.
Ahmet Muhip DRANAS
10 Ekim 2014 Cuma
Bir Türk Bir Yunan - 2
Orijinali Despina Vandi'ye ait olan şarkı, ülkemizde Yıldız Usmanova ve Yaşar'ın seslendirmesiyle tanındı: "Seni severdim"
Sen benden vaz geçince
Ben o gün de vuruldum
Yazık günah ben oysa
Kardelen gibi
Acıyla boy veren gibi
Seni severdim
Hüznün koynunda
Seni severdim
Hem uyanık, hem uykumda
Seni severdim
Ve sana rağmen yine severdim
Dar ağacı ip boynumda
Sen aşkı anlamaz bilmez
Gül yansa ağlamaz sakin
Ben akmayan göz yaşında
Seni severdim
Sen hisli korkak savaşçı
Aşkı kime satmış hain
Ben her savaş meydanında
Seni severdim
Yazık ah mazi yazık
Bir yalnızlık, bir vurgun
Sen benden vaz geçince
Ben o gün de vuruldum
Yazık günah ben oysa
Pervane gibi
Ateşle can veren gibi
Seni severdim
Hüznün koynunda
Seni severdim
Hem uyanık, hem uykumda
Seni severdim
Ve sana rağmen yine severdim
Dar ağacı ip boynumda
Sen aşkı anlamaz bilmez
Gül yansa ağlamaz sakin
Ben akmayan göz yaşında
Seni severdim
Sen hisli korkak savaşçı
Aşkı kime satmış hain
Ben her savaş meydanında
Seni severdim
ne yapacagimi bilmiyorum
ne diyecegimi bilmiyorum
sana nasil aciklayacagimi
bu yaptigim hatayi
telefon ediyorum sana
seni bulmaya calisiyorum
bir firsat vermeni istiyorum senden
seni görmek istiyorum
bir kere daha en azindan
sucluydum ama
çok fena pisman olmus durumdayim
seni görmek istiyorum
bir dakika dana en azindan
yeter de artar bile
söylemeye cesaret edemediklerimi söylemek
senden özür dilesem
aglasam, çaba göstersem
güvensen bana
eskiden oldugu gibi
özür diliyorum ve içim kan agliyor
seni yaraladigimda ölüyorum
yalnizca seni seviyorum gercekten
söyleme bana
yalanci bir yüregi seviyor oldugunu
her ne yaptiysam
ödedim fazlasiyla agir bedelini
telefon ediyorum sana
konusmuyorsun benimle
ve böylece bitiyor bizim için her sey
seni görmek istiyorum.........
Yazık ne mazi yazık
Anlatmaya yoruldum Sen benden vaz geçince
Ben o gün de vuruldum
Yazık günah ben oysa
Kardelen gibi
Acıyla boy veren gibi
Seni severdim
Hüznün koynunda
Seni severdim
Hem uyanık, hem uykumda
Seni severdim
Ve sana rağmen yine severdim
Dar ağacı ip boynumda
Sen aşkı anlamaz bilmez
Gül yansa ağlamaz sakin
Ben akmayan göz yaşında
Seni severdim
Sen hisli korkak savaşçı
Aşkı kime satmış hain
Ben her savaş meydanında
Seni severdim
Yazık ah mazi yazık
Bir yalnızlık, bir vurgun
Sen benden vaz geçince
Ben o gün de vuruldum
Yazık günah ben oysa
Pervane gibi
Ateşle can veren gibi
Seni severdim
Hüznün koynunda
Seni severdim
Hem uyanık, hem uykumda
Seni severdim
Ve sana rağmen yine severdim
Dar ağacı ip boynumda
Sen aşkı anlamaz bilmez
Gül yansa ağlamaz sakin
Ben akmayan göz yaşında
Seni severdim
Sen hisli korkak savaşçı
Aşkı kime satmış hain
Ben her savaş meydanında
Seni severdim
20 Eylül 2014 Cumartesi
Bir Bankacının Serüveni
İbrahim Betil, Hafiften Bankacılık isimli eserinde kişisel
bankacılık kariyeri hakkında okuması çok keyifli bir dizi anlatımda bulunuyor: Üniversitenin
üçüncü sınıfında zorunlu olmamasına rağmen mesleki eğitime faydası olur diye
iki arkadaşı ile birlikte Yapı ve Kredi Bankasında staja başlar. İkinci günden
itibaren yalnızdır, arkadaşları bu ilgisiz ve meraksız insanlarla dolu çalışma ortamından
ilk gün sıkılıp stajı bırakmışlardır. Buna karşılık Betil, daha sonra saçma
sapan bir sorumluluk duygusu dediği, okulunun Bankadaki itibarını korumak
maksadıyla “kendine eziyet eder” ve bunalmasına rağmen sabreder, stajını
tamamlar.
Askerden sonra kaderin cilvesi, zamanın parlak kurumlarından
Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’na öncelikle proje değerlendirmesi yaptıkları
için başvurur ve Uzman olarak iki buçuk yıl bu kurumda çalışır. “Ekonominin
aslı üretim; finansman ikinci planda gelir” inancıyla görevinden ayrılır ve
bazı aile fertleri ve birkaç yakın arkadaşı ile bir şirket kurarak geceli
gündüzlü bu şirket için çalışmaya başlar. Bir iki ay sonra maaşının ne
olacağının ana gündem maddesi olduğu bir yönetim kurulu toplantısında, bir
fikirleri olsun diye daha önce TSKB’de aldığı rakamı söyler. Çok sevdiği eski
bankacı ve aile dostu bir yönetim kurulu üyesi, “sınai kalkınma günleri geride
kaldı, buranın şartları başka olabilir” deyince amatörlükle her şey olmadığını/çözülemediğini,
maaşını konuşmakta geç kaldığını anlar.
1973 yılında sanayici olur, sekiz yıl sanayicilik
yapar. Sermaye yetersizliği nedeniyle
büyüme sorunları baş gösterince ortaklar olarak işi tecrübeli bir kadroya
bırakıp kendileri de profesyonel olarak başka işlerde çalışma kararı alırlar.
Ortaokuldan arkadaşı, Mehmet Emin Karamehmet’e haber uçurur. Betil,
Karamehmet’in İşlerinin iyi ve büyümekte olduğunu bilmektedir. Karamehmet,
Betil’le yaptığı görüşmede iki teklifte bulunur: Biri yeni başladığı denizcilik
sektöründeki firmasında üst düzey bir görev, diğeri Pamukbank’ın iştiraki
Uluslararası Bankası’nın genel müdürlüğü. “Ben bankacılıktan anlamam, sekiz
yıldır sanayicilik yapıyorum” deyince Karamehmet, “Biz Pamukbank’ı aldığımızda
bankacılıktan anlıyor muyduk? Ankes nedir, disponibilite nedir diye
birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Çalıştık, kısa sürede öğrendik. Pamukbank şimdi
çok başarılı. Uluslararası ’nı da başarılı bir konuma getireceğiz. Korkma
yaparsın…” gibi teşvik edici birkaç cümle söyler. Betil, halinden memnun karar
vermek için düşünmek istediğini belirterek süre ister. Kısa bir süre sonra
kararını verir: Uluslararası Bankası ile ilgili teklifi kabul ettiğini
bildirir. Artık “bankacı” olacaktır. Oysa Karamehmet aynı pozisyon için Erol
Aksoy’a da teklif götürmüştür. Bu ikiliyi bir yemekte bir araya getirir. Betil,
yemeğe anlam veremese de Aksoy hakkında “karşısındakine biraz tepeden
bakıyormuş, küçümseyen bir tavır içindeydi” diye niteleyeceği gözlemlerde
bulunur. Sonradan Aksoy’un da kendisini beğenmediğini öğrenecektir. Ama bu
yemek sonrası Karamehmet, Aksoy’u tercih ederek, Uluslararası ’na genel müdür
yapar.
Bundan sonra Pamukbank’ın genel müdürü ve her ikisinin
okuldan arkadaşı Hüsnü Özyeğin, patronu Karamehmet’in yönlendirmesi ile Betil’i
arar ve Pamukbank’ta Genel Müdür Yardımcılığı pozisyonunu teklif eder. Betil,
duraksadığını beyan ediyor: “Bir hafta öncesine kadar bir bankanın genel
müdürlüğü teklif edilirken şimdi söz konusu olan daha büyük bir banka bile
olsa, “genel müdür yardımcılığı kabul edilebilir miydi? Edilebileceğine karar
verdim. Fazla dert edinmedim. Kendime güveniyordum. Hüsnü’ye de güveniyordum.
Mademki karar vermiştim, profesyonel olarak çalışacaktım, bir yerden başlamam
gerekiyordu. Bankacı olacaksam bu işte hiç olmazsa üç-dört yıl deneyimi olan
birinin yanında işe başlamam belki de daha doğru olur diye düşündüm. Zaten daha
iki hafta önce, ilk öneri yapıldığında “ben bankacılıktan anlamam, sekiz yıldır
sanayicilik yapıyorum” diye düşünen ben değil miydim! Öneriyi kabul ettim. “
Demekki neymiş…
16 Eylül 2014 Salı
Bize dinden bahset !
Ermiş'in (Mustafa), bulunduğu şehri; yurduna gitmek üzere terk edeceği anlaşıldığında halk etrafını sarar ve bazı konularda Ermiş'ten kendilerine nasihat etmesini isterler.
Biri öne çıkarak “bize” der “sevgiden söz et”
Ermiş anlatır, anlatır, anlatır…
Bir diğeri “bize aşktan, evlilikten söz et” der, anlatır…
Bunu “alışveriş hakkında ne dersin?” diyen biri izler, anlatır…
“Çocuklardan bahset” derler, anlatır…
“Eğitimden bahset” derler, anlatır…
“Çiftçilikten bahset” derler, anlatır…
“Alınterinden, emekten ve adaletten” bahset derler, anlatır…
Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Mustafa, hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır…
Konuşmasının sonuna doğru birisi “Bize ‘din’den bahset” deyince şöyle cevap verir;
“Bahsettim ya, dinlemedin mi?”
Ve devam eder: “Siz zamanınızı, bunlar Allah’ın saatleridir, bunlar bizim saatlerimizdir diye ayırabilir misiniz? Öyleyse din, yaşadığımız hayat ve tüm davranışlarımızdır. Her an Allah huzurunda olduğunun bilincinde, öylesine titiz, doğruyu gözeterek temiz bir hayat yaşamaktan daha güzel bir din olur mu?”
(Halil Cibran'ın Ermiş'inden özetlenerek alınmıştır.)
Biri öne çıkarak “bize” der “sevgiden söz et”
Ermiş anlatır, anlatır, anlatır…
Bir diğeri “bize aşktan, evlilikten söz et” der, anlatır…
Bunu “alışveriş hakkında ne dersin?” diyen biri izler, anlatır…
“Çocuklardan bahset” derler, anlatır…
“Eğitimden bahset” derler, anlatır…
“Çiftçilikten bahset” derler, anlatır…
“Alınterinden, emekten ve adaletten” bahset derler, anlatır…
Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Mustafa, hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır…
Konuşmasının sonuna doğru birisi “Bize ‘din’den bahset” deyince şöyle cevap verir;
“Bahsettim ya, dinlemedin mi?”
Ve devam eder: “Siz zamanınızı, bunlar Allah’ın saatleridir, bunlar bizim saatlerimizdir diye ayırabilir misiniz? Öyleyse din, yaşadığımız hayat ve tüm davranışlarımızdır. Her an Allah huzurunda olduğunun bilincinde, öylesine titiz, doğruyu gözeterek temiz bir hayat yaşamaktan daha güzel bir din olur mu?”
(Halil Cibran'ın Ermiş'inden özetlenerek alınmıştır.)
12 Eylül 2014 Cuma
Türk Milli Takımlarının Davranış Sistematiği
Sporun takım halinde icra edilen futbol, basketbol ve voleybol gibi branşlarında; gerek Türk Milli Takım(lar)ı gerekse spor kulüplerinin uluslar arası maçlarda ortaya koydukları davranış kalıbı hakkında düşündüklerimi paylaşmak istiyorum: Türk Takımları, yabancı rakipleri hangi yetkinlik düzeyinde olurlarsa olsunlar, karşılaşmanın hemen başında rakiplerinin sportif yetenek seviyelerine uyum sağlarlar ve bu uyumun gereksindiği minimum performans ile de son dakikaya kadar mücadele ederler. Bu bakış açısı, güçlü ve zayıf rakip kategorilerini kullanmaz; bir gölge gibi kendisini rakibe endeksler, rakibi takip eder. Oyunun sonucunu ve gidişatını bu anlamda rakip belirler.
Türk Futbol Takımının oyun esnasında 2'den fazla fark yapmadığı her maç için kural şudur: 2-0, 2-1, 1-0 öndeyken veya oyun içerisinde gollü ya da golsüz eşitliğin olduğu zaman dilimlerinde Türk takımı üzerinde "talihsiz bir gol yiyerek rüzgarın olumsuza döneceğine" dair büyük bir stres vardır. Bu stres, gol yeme beklentisini besler, büyütür ve bu arada yenecek bir golle bütün takım rahatlar, kendine gelir. Takımı mağlup duruma düşüren bu gol (ya da diğer sporlar için verilen her bir sayı) ile Takımının özgüveni paradoksal bir biçimde artmaya başlar. Gol ne kadar erken gelirse toparlanma ve telafi etme imkanları da aynı oranda artar. Basketbol ve voleybol için böyle istisnai bir durum yoktur, maç herhangi bir yerden olumsuza dönebilir.
Örneğin, Türk Milli Futbol Takımı dışında hangi milli takım, Malta ve Arjantin Milli Takımlarıyla oynayacağı ardışık maçların ikisinde de rakibiyle başabaş bir oyun çıkarabilir. Skor tahminleri, gerçeğin acı sürprizleri ile tahmincisini utandırabilir: Bu takım, ilk maçı Malta ile yapıyorsa bu maçı alıp Arjantin maçını verebilir. Ancak ilk maç Arjantin'le ise Arjantin'i uyuz eşşek bir ritimle (Galatasaray'ın Avrupa Kupasını almaya giden maçlarını hatırlayın.) hem top oynatmaz hem de hasbelkader gelişen mütevazı bir atakta nasıl meydana geldiği ancak televizyon başında maçı izleyenlerin tekrar gösterimleri ile fark edebilecekleri kalitede bir gol ile yenip (1-0, yani) ya da 0-0 ile berabere kalıp Malta maçında yürekleri ağıza getirecek, 1-0 mağlup götürdüğü maçı, örneğin 86. dakikada serseri bir geri pasının Malta kalesine girmesi ile belki ancak beraberliği kurtaracaktır. (Üçüncü maç yani Arjantin-Malta maçının skoru, Türk Milli Takımı ile yaptıkları ya da yapacakları maçtan bağımsız/ilgisiz olarak (hatta standartlar gereği; her zaman ve her yerde) Arjantin'in üstünlüğü/yoğun baskısı ile geçer ve skor muhtemelen 5-0'ın üstünde olur.)
Ara sonuç: Türk Milli Takımı ile oynayan tüm takımlar, risk altındadır.
"Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" diyen Tarkan'a katılıyorum. Bunun bir motto olarak takımlarımıza yansımasını ve rakibe göre pozisyon alan değil, kendini ortaya koyan bir strateji ile karakter sahibi bir performansın başarıyı getireceğine inanıyorum.
Son sözüm Türk futboluna ilişkin üç farklı kişisel gözlem üzerine olsun: Birincisi, Türk Milli Takımı ya da uluslar arası maça çıkan bir Türk takımının oynadığı maçı almayı isteyip istemediği, öncelikle taç atışlarından anlaşılır: Maçın alınması ile ilgili olarak oyuncular, tarafsız ise -bu mümkün ve sık görülen bir durumdur, sakın yeni fark ediyor görünüp nasıl yani demeyin. Spor müsabakaları, spor olsun diye yapılmaz, bunlar savaşın eğlence formatında biçim değiştirerek yeniden kurgulanmış halidir. Bu farkındalığı yaşamamış olmakla birlikte motivasyon yoksunluğu çeken kimi sporcular, kendi takımlarına disasosiye olurlar -takım ruhunun dışında kalırlar- ve "iyi olan kazansın", "maç bitse de gitsek" moduna girebilirler- böyle durumlarda, taç atışında topun kime atılacağı diğer bir deyişle kimin tarafından alınacağı kriz olur. Topu eline alan tac kullanacak futbolcu, müsait adam arar topu atmak için ama bulamaz, çünkü lüzumlu herkes saklanmaktadır. O taç da diğer kayıp toplar gibi rakip ataklarının finansmanında kullanılır. Öte yandan rakip taç atışları sırasında en ufak bir problem yaşamaz, top rahatlıkla, istendiği gibi oyuna kazandırılır. Neden dersiniz. Rakibe pres uygulamak, genellikle Türk centilmenlik kurallarına mı aykırıdır? Böyle olduğunu iddia edemem ancak olan, müdehale etmek konusunda hiçbir farkındalık geliştirilmediğidir.
İkincisi, özellikle kendi defansındayken Türk (Milli) Takımı oyuncusu, topu rakipte görmek ister. "Top rakibin hakkıdır çünkü. Neden ama? Kendi yorumum: çocukken topun mülkiyetinden dolayı büyüklerin "oğlum biraz Hüseyin'e (topun sahibi) de atsana, O da oynasın" diyerek kendisi ile top arasına başkasını koyan bir anlayışı bilinç altına yerleştirmiştir. Böylece hep topu almaya, kapmaya çalışırsınız." Rakip, oyun kuracaktırki maç oynanabilsin. Klasik pozisyondur: Top rakipte, karşısında Türk Futbolcusu elleri yanlardan arkasına doğru savunma pozisyonu almış beklemektedir. Rakip topla dilediği gibi oynar, hiçbir müdehale olmadan arkadaşına pas verir, bizimki seyreder, garip bir şekilde rakibin topla ilgili konsantrasyonunu bozmaz. Sanki, "Haydi hazır olunca topu çıkar da oyuna devam edelim." düşüncesindedir, rakip topu arkadaşına çıkarırken bizimki klasik kesme hareketini yapar, değerse ne ala, değemezse maç rakibin kurgusuna uygun devam eder. Bu tarz görüntülerin sıkça yaşandığı maç sonuçları, en fazla fark yediğimiz maçlardır.
Üçüncüsü de futbolcu bir kez samimiyeti konusunda seyirciden yeterli kredi aldıysa gireceği gol pozisyonlarını değerlendirmek, gole çevirmek sorumluluğundan kurtulur. Artık O'nun için önemli olan gol pozisyonuna girmektir ve bu tutum aldığı parayı hak ettiğini hissetmesi için yeterlidir. Gollük topa tuhaf bir vuruş yapmak, üzerine gelen topu ıskalamak, ayağının takılıp düşmesi vb. hareketler, pozisyonun değerlendirildiği anlamına gelir. Bu beceriksiz davranışların istatistiği tutulmaz, kimse bu tarz tutumlardan dolayı kınanmaz, sorumlu görülmez. Ancak bütün bunların olabilmesi, sistemin sorunsuz işlemesi için maç boyunca futbolcuların kendi seyircileriyle eşanlı bir iletişim içinde olması da esastır. Seyirci bir çeşit babadır ve çocuğu olan futbolcuyu affetme, mazur görme hakkına sahiptir. Çoğu zaman babanın önünde heyecanlanılır, iyi oyun oynanamaz. Bu nedenle Türk Takımları, iç sahada baskı altında/stres içinde oynarken deplasmanda daha rahattır.
Türk Futbol Takımının oyun esnasında 2'den fazla fark yapmadığı her maç için kural şudur: 2-0, 2-1, 1-0 öndeyken veya oyun içerisinde gollü ya da golsüz eşitliğin olduğu zaman dilimlerinde Türk takımı üzerinde "talihsiz bir gol yiyerek rüzgarın olumsuza döneceğine" dair büyük bir stres vardır. Bu stres, gol yeme beklentisini besler, büyütür ve bu arada yenecek bir golle bütün takım rahatlar, kendine gelir. Takımı mağlup duruma düşüren bu gol (ya da diğer sporlar için verilen her bir sayı) ile Takımının özgüveni paradoksal bir biçimde artmaya başlar. Gol ne kadar erken gelirse toparlanma ve telafi etme imkanları da aynı oranda artar. Basketbol ve voleybol için böyle istisnai bir durum yoktur, maç herhangi bir yerden olumsuza dönebilir.
Örneğin, Türk Milli Futbol Takımı dışında hangi milli takım, Malta ve Arjantin Milli Takımlarıyla oynayacağı ardışık maçların ikisinde de rakibiyle başabaş bir oyun çıkarabilir. Skor tahminleri, gerçeğin acı sürprizleri ile tahmincisini utandırabilir: Bu takım, ilk maçı Malta ile yapıyorsa bu maçı alıp Arjantin maçını verebilir. Ancak ilk maç Arjantin'le ise Arjantin'i uyuz eşşek bir ritimle (Galatasaray'ın Avrupa Kupasını almaya giden maçlarını hatırlayın.) hem top oynatmaz hem de hasbelkader gelişen mütevazı bir atakta nasıl meydana geldiği ancak televizyon başında maçı izleyenlerin tekrar gösterimleri ile fark edebilecekleri kalitede bir gol ile yenip (1-0, yani) ya da 0-0 ile berabere kalıp Malta maçında yürekleri ağıza getirecek, 1-0 mağlup götürdüğü maçı, örneğin 86. dakikada serseri bir geri pasının Malta kalesine girmesi ile belki ancak beraberliği kurtaracaktır. (Üçüncü maç yani Arjantin-Malta maçının skoru, Türk Milli Takımı ile yaptıkları ya da yapacakları maçtan bağımsız/ilgisiz olarak (hatta standartlar gereği; her zaman ve her yerde) Arjantin'in üstünlüğü/yoğun baskısı ile geçer ve skor muhtemelen 5-0'ın üstünde olur.)
Ara sonuç: Türk Milli Takımı ile oynayan tüm takımlar, risk altındadır.
"Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" diyen Tarkan'a katılıyorum. Bunun bir motto olarak takımlarımıza yansımasını ve rakibe göre pozisyon alan değil, kendini ortaya koyan bir strateji ile karakter sahibi bir performansın başarıyı getireceğine inanıyorum.
Son sözüm Türk futboluna ilişkin üç farklı kişisel gözlem üzerine olsun: Birincisi, Türk Milli Takımı ya da uluslar arası maça çıkan bir Türk takımının oynadığı maçı almayı isteyip istemediği, öncelikle taç atışlarından anlaşılır: Maçın alınması ile ilgili olarak oyuncular, tarafsız ise -bu mümkün ve sık görülen bir durumdur, sakın yeni fark ediyor görünüp nasıl yani demeyin. Spor müsabakaları, spor olsun diye yapılmaz, bunlar savaşın eğlence formatında biçim değiştirerek yeniden kurgulanmış halidir. Bu farkındalığı yaşamamış olmakla birlikte motivasyon yoksunluğu çeken kimi sporcular, kendi takımlarına disasosiye olurlar -takım ruhunun dışında kalırlar- ve "iyi olan kazansın", "maç bitse de gitsek" moduna girebilirler- böyle durumlarda, taç atışında topun kime atılacağı diğer bir deyişle kimin tarafından alınacağı kriz olur. Topu eline alan tac kullanacak futbolcu, müsait adam arar topu atmak için ama bulamaz, çünkü lüzumlu herkes saklanmaktadır. O taç da diğer kayıp toplar gibi rakip ataklarının finansmanında kullanılır. Öte yandan rakip taç atışları sırasında en ufak bir problem yaşamaz, top rahatlıkla, istendiği gibi oyuna kazandırılır. Neden dersiniz. Rakibe pres uygulamak, genellikle Türk centilmenlik kurallarına mı aykırıdır? Böyle olduğunu iddia edemem ancak olan, müdehale etmek konusunda hiçbir farkındalık geliştirilmediğidir.
İkincisi, özellikle kendi defansındayken Türk (Milli) Takımı oyuncusu, topu rakipte görmek ister. "Top rakibin hakkıdır çünkü. Neden ama? Kendi yorumum: çocukken topun mülkiyetinden dolayı büyüklerin "oğlum biraz Hüseyin'e (topun sahibi) de atsana, O da oynasın" diyerek kendisi ile top arasına başkasını koyan bir anlayışı bilinç altına yerleştirmiştir. Böylece hep topu almaya, kapmaya çalışırsınız." Rakip, oyun kuracaktırki maç oynanabilsin. Klasik pozisyondur: Top rakipte, karşısında Türk Futbolcusu elleri yanlardan arkasına doğru savunma pozisyonu almış beklemektedir. Rakip topla dilediği gibi oynar, hiçbir müdehale olmadan arkadaşına pas verir, bizimki seyreder, garip bir şekilde rakibin topla ilgili konsantrasyonunu bozmaz. Sanki, "Haydi hazır olunca topu çıkar da oyuna devam edelim." düşüncesindedir, rakip topu arkadaşına çıkarırken bizimki klasik kesme hareketini yapar, değerse ne ala, değemezse maç rakibin kurgusuna uygun devam eder. Bu tarz görüntülerin sıkça yaşandığı maç sonuçları, en fazla fark yediğimiz maçlardır.
Üçüncüsü de futbolcu bir kez samimiyeti konusunda seyirciden yeterli kredi aldıysa gireceği gol pozisyonlarını değerlendirmek, gole çevirmek sorumluluğundan kurtulur. Artık O'nun için önemli olan gol pozisyonuna girmektir ve bu tutum aldığı parayı hak ettiğini hissetmesi için yeterlidir. Gollük topa tuhaf bir vuruş yapmak, üzerine gelen topu ıskalamak, ayağının takılıp düşmesi vb. hareketler, pozisyonun değerlendirildiği anlamına gelir. Bu beceriksiz davranışların istatistiği tutulmaz, kimse bu tarz tutumlardan dolayı kınanmaz, sorumlu görülmez. Ancak bütün bunların olabilmesi, sistemin sorunsuz işlemesi için maç boyunca futbolcuların kendi seyircileriyle eşanlı bir iletişim içinde olması da esastır. Seyirci bir çeşit babadır ve çocuğu olan futbolcuyu affetme, mazur görme hakkına sahiptir. Çoğu zaman babanın önünde heyecanlanılır, iyi oyun oynanamaz. Bu nedenle Türk Takımları, iç sahada baskı altında/stres içinde oynarken deplasmanda daha rahattır.
1 Eylül 2014 Pazartesi
Can Paker'den Fethullah Gülen Tecrubesi
Fatih Üniversitesi Rektörü Şerif Ali Tekalan, Can Paker’i
Pensilvanya’ya; Fethullah Gülen’i ziyarete davet eder. Aylarca uygun bir zaman
bulunamasa da 1 Nisan 2013’te üç günlük bir seyahat için yola çıkarlar. İlk gün
cemaatin televizyonu olan Ebru TV ziyaret edilir, ardından Pensilvanya’ya
çiftliğe gidilir. Hocaefendi’nin ikindi namazından sonra geleceği ifade edilir.
Kitaptan devam ediyorum:
“İkindi namazı geldi. Namaza gidildi. Namaz kılındı. Ben
kılmadım. Çok kibar insanlar. Ama belli ettiler, bir şaşkınlık oldu.
Ondan sonra Hocaefendi namaz kılan cemaate sohbet yapıyor...
İslami kavramları ortaya atıp öğretiyor. Benim gibi bir
dinleyen için aralarında çok bağ olmayan bir şekilde konuşuyor. Ben bir bağ
kuramıyorum.
Her vaazdan sonra Türkiye ile ilgili suallere cevap
verirmiş.
“Ben biraz rahatsızım. Bugün cevap vermeyeceğim“ dedi.
Benimle de akşam namazından sonra sohbet etmek istediğini
söyledi. Sonra istirahate çekildik.
Akşam yemeği yendi, namaza gidildi.
Namazdan sonra, bu sefer başka bir yerde, 10-12 kişi,
Hocaefendi’yle iki saat kadar konuştuk.
İşte orada ortaya kavram atıp bırakmıyor. Çok disiplinli ve
fevkalade analitik konuşuyor.
Çok okuduğu ve bilgili olduğu belli.
Artı, bütün dünyayı takip ediyor. Suriye diyorsun, Suriye
analizi yapıyor. Bütün yapısal analizini yapıyor. Irak, İran, Avrupa’yla ilgili
de öyle. En son bilgilere sahip.
O iki saatlik konuşmada “Cemaatte neden bir gizlilik var?”
diye sordum.
Haklı buldu beni. “Açılmamız gerekiyor,” dedi.
Bu kapalılığın yanlış yorumlara yol açacağını söyledim.
Tayyip Bey’i beğendiğini fark ettim.
“Türkiye için büyük işler yaptı,” diyor.
Emniyette ve yargıda karşı karşıya gelmeleri için “olur
böyle şeyler” anlamında bir cümle kullandı. Ben cemaatin çok yararlı işler
yaptığını, önemli bir ağ olduğunu, ama böyle bir yapının siyasetin içinde
olamayacağını, zaten yapamayacağını söyledim. Buna hiçbir şey demedi.
Tabii ki bir sivil toplum örgütü siyasete etki eder. Ama
etki etmek ve siyaset yapmak ayrı şeyler. Karar mekanizmasının içinde olamaz
sivil toplum örgütü. Ama siyasi karara etki etmeye çalışır. Ama karar
vericilerin biri olamaz. Bunu konuştuk.
Ondan sonra odasını gösterdi. Yattığı yeri gördük.
Çok basit ve sade bir yer. Bir yer yatağında yatıyor ve
küçük bir yerde yaşıyor. Muhtemelen çok okuyor.
O gece yine otelde yattık, ama geldik yine.
…….
Çok zeki bir insan. Çok okuyor. Oradan duyduğum kadarıyla
ilkokul 3’ten terk!
Kimse geldiği yere boşu boşuna gelmiyor.
Çok büyük mesafe katetmiş. Tam bir lider. Liderden öte!
Ben ona sosyolojik ve siyasal olarak bakıyorum ama
oradakiler öyle bakmıyor. Onlar, önder, kutsi tarafı olan birisi olarak bakıyorlar.
Tahminim, Gülen Hareketi, ciddi bir sivil toplum hareketi ve
network olarak devam edecektir.
Ama siyasi karar verme mekanizması içinde olamaz, seçime
girmiyor çünkü. Siyaset oydan alıyor gücünü.
Türkiye’de gücünü halktan almayan en büyük güç orduydu sekiz
yıl. Onun da siyasi gücü kalmadı.
Gülen Hareketi’nin siyasi bir gücü olduğuna inanmıyorum.
Allah uzun ömür versin. Fethullah Hoca’dan sonra da,
hareketin devam edeceğini düşünüyorum.
Bir CAN PAKER kitabı, Fatih VURAL, ALFA Yayınları, sh.546-549,
Temmuz 2013
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Murat Karayalçın
Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...
-
Orospu Çocuğu ifadesi, bugün yaygın olarak küfür maksatlı kullanılıyor: İtham edilen kişinin annesi, değersizleştirerek kişinin kendisinin d...
-
Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...
-
Meclis Darbeyi Araştırma Komisyonunun çalışmaları, yakın tarihimizin gri ve karanlık alanlarını aydınlatmakta ve ülkemizin iç politik günd...