Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilmesine karşı çıkan toplum kesimlerinde iki tip empati yoksunluğu gözlemliyorum.
Birincisi yaşama hakkını teminat altına almak için ülkemize göç etmiş olan insanların yaşadıkları ile kendi ailemizin geçmişte bir şekilde muhacir olmuşluğu arasında görülen benzerliğin (inkarı/) yol açtığı sempati yoksunluğu,
ikincisi de doğrudan kendi şahsının sahibi olduğu kültürel, ekonomik, sınıfsal vb.insani özellikler ile mültecinin kendisinde uyandırdığı insani özellik algısı arasında bir örtüşmezlik, neredeyse hiçbir şekilde benzerlik göremiyor oluştur.
Bu yaklaşım sahipleri, böylelikle benzer tehditler karşısında kendisinin de muhacirlik potansiyeli taşıdığı hususunu yadsıyabiliyor ancak içten içe tedbir olmak üzere yöneticilerine "yeter artık, içinize dönün, dışarıyla ilgilenip tehlikenin üzerimize gelmesine yol açmayın; bu beceriksiz muhacirleri de bir an önce gönderin" mesajı veriyor.
Kanaatimce bu bir devekuşu tavrıdır ve kendini, varlığını, oluşumunu inkar politikasıdır.
Latinlerin dediği gibi 'ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen.'
30 Aralık 2016 Cuma
Empati Yoksunluğu-2
Karlofçadan bu tarafa yaşanan toprak kayıpları ile Kafkas Halkı gibi zor durumda kalan insanları muhacir kabul etmiş, onlara kucak açmış bir milletin ahfadıyız. Ben, Türk'ün bu merhamet hasletini koruyan, esnek, kan bağına değil adalete önem veren bir öz taşıdığı görüşüne itibar edenlerdenim.
Bu tarihi tecrübeye ve niteliği itibariyle birinin kazancının ötekinin kaybına yol açmadığı bir olay olmasına rağmen sahibi olduğu vatandaşlık imkanını kimseyle paylaşmak istemeyen insanlar gördükçe içim acıyor. Bu durumun Türkiye'nin tarihini bilmemekten, dolayısı ile büyük resmini okuyamamaktan kaynaklanan bencil, kişisel ve tarihi misyona aykırı bir düşüncenin tezahürü olduğu kanaatindeyim. Türk Toplumu kendini ve hazmetme kapasitesini inkar etmemeli.
Öte yandan bu gelişme, toplumumuz için iyi bir test imkanı doğurdu: insanımızın empati kapasitesi sorgulanıyor.
Bu tarihi tecrübeye ve niteliği itibariyle birinin kazancının ötekinin kaybına yol açmadığı bir olay olmasına rağmen sahibi olduğu vatandaşlık imkanını kimseyle paylaşmak istemeyen insanlar gördükçe içim acıyor. Bu durumun Türkiye'nin tarihini bilmemekten, dolayısı ile büyük resmini okuyamamaktan kaynaklanan bencil, kişisel ve tarihi misyona aykırı bir düşüncenin tezahürü olduğu kanaatindeyim. Türk Toplumu kendini ve hazmetme kapasitesini inkar etmemeli.
Öte yandan bu gelişme, toplumumuz için iyi bir test imkanı doğurdu: insanımızın empati kapasitesi sorgulanıyor.
27 Aralık 2016 Salı
İşid'in PR Stratejisi
Işid'in Halkla İlişkilerdeki temel stratejisi, kitleleri korkutma ve dehşet içinde bırakma üzerine kurulu. Böylelikle direnmenin anlamsız olduğuna dair, yılgın bir algı oluşturmaya çalışıyor. Elindeki rehine gazetecileri infaz ettiğini gösteren kurgusal video çekimleri ile Örgütün, kamuoyunu manipule edip (yönlendirip) savunmasız kalan Kuzey Suriye, Rakka ve Musul'u savaşmadan, kolaylıkla işgal ettiği hatırlanacaktır.
Şimdi Türkiye kamuoyunu da aynı 'oyunla' etkilemek için film üretip sosyal medya üzerinden paylaşarak propaganda yapmaya çalışıyor.
Avuçlarını yalayacaklar, kimlere bulaştıklarını bilmiyorlar.
Bu aptal propagandadan kısmen etkilenmiş görünen Hükümet karşıtı bir kitle var. Bunlar, her gelişme gibi bu propagandayı da iç muhalefeti güçlendirmek, kendi saflarını sıklaştırmak amacıyla kullanıyorlar. Hem işid hem de bu çekirdek kitlenin propagandasına maruz kalmış olduğu varsayılan insanların rehabilite edilip iyileştirilmesi ve kanaatlerinin yeniden yapılandırılarak normalleşmelerinin sağlanması bakımından içinde bulunduğumuz bu ortamı bir fırsat olarak değerlendiren beyanlarından ötürü Tayyip Bey'le Binali Beye destek vermek gerekiyor.
Suriye ve Irak'ta barışı tesis etmek üzere Işid'i ve bileşenleriyle birlikte PKK'yı bitirmemiz gerektiği konusunda ihtiyacımız olan toplumsal mutabakat, bu tip olayları fırsat olarak görmekle mümkün olacak.
Şimdi Türkiye kamuoyunu da aynı 'oyunla' etkilemek için film üretip sosyal medya üzerinden paylaşarak propaganda yapmaya çalışıyor.
Avuçlarını yalayacaklar, kimlere bulaştıklarını bilmiyorlar.

Bu aptal propagandadan kısmen etkilenmiş görünen Hükümet karşıtı bir kitle var. Bunlar, her gelişme gibi bu propagandayı da iç muhalefeti güçlendirmek, kendi saflarını sıklaştırmak amacıyla kullanıyorlar. Hem işid hem de bu çekirdek kitlenin propagandasına maruz kalmış olduğu varsayılan insanların rehabilite edilip iyileştirilmesi ve kanaatlerinin yeniden yapılandırılarak normalleşmelerinin sağlanması bakımından içinde bulunduğumuz bu ortamı bir fırsat olarak değerlendiren beyanlarından ötürü Tayyip Bey'le Binali Beye destek vermek gerekiyor.
Suriye ve Irak'ta barışı tesis etmek üzere Işid'i ve bileşenleriyle birlikte PKK'yı bitirmemiz gerektiği konusunda ihtiyacımız olan toplumsal mutabakat, bu tip olayları fırsat olarak görmekle mümkün olacak.
ABD'nin l. Dünya Savaşına Katılması
I. Dünya Savaşı başladığında ABD, tarafsızlığını ilan etti. Ancak Almanların denizaltı tehditi ve denizlerde artan denetimi, bir yandan ABD'nin silah ticaretini zorluyor öte yandan Avrupa Devletlerindeki alacaklarını tehlikeye atıyordu.
ABD, itilaf devletlerinden 2,3 milyar dolar, Almanya'dan ise 27 milyon dolar alacaklıydı. ABD'de 1,5 milyar dolar tutarında müttefik devletlere ait savaş bonosu satılmıştı ve borçların ve bu savaş bonolarının tahsili için itilaf devletlerinin... savaşı kazanması gerekiyordu. Ayrıca Başkan Wilson, savaştan sonra yapılanacak dünyada ABD'nin lider bir ülke olmasını istiyordu.
Beklenen fırsat bir istihbarat çalışmasıyla ortaya çıktı: Alman Dışişleri Bakanı, ABD'deki büyükelçisine ABD'ye karşı bir Almanya-Meksika ittifakı oluşturması için talimat veriyor ve Meksika'nın ABD'ye savaş ilan etmesi halinde Almanya'nın Meksika'ya büyük miktarda maddi destek sağlayacağını ve Meksika'nın Teksas, New Meksico ile Arizonayı almasını taahhüt ettiğini -motive edeceğini düşünmüş olmalı- bir telgrafla bildiriyordu. Şubat tarihli bu telgraf, ABD ve ingiliz istihbaratınca Wilson'a ulaştırılınca ABD Kongresi, 6 Nisan 1917'de Almanya'ya savaş ilan etti.
ABD, itilaf devletlerinden 2,3 milyar dolar, Almanya'dan ise 27 milyon dolar alacaklıydı. ABD'de 1,5 milyar dolar tutarında müttefik devletlere ait savaş bonosu satılmıştı ve borçların ve bu savaş bonolarının tahsili için itilaf devletlerinin... savaşı kazanması gerekiyordu. Ayrıca Başkan Wilson, savaştan sonra yapılanacak dünyada ABD'nin lider bir ülke olmasını istiyordu.
Beklenen fırsat bir istihbarat çalışmasıyla ortaya çıktı: Alman Dışişleri Bakanı, ABD'deki büyükelçisine ABD'ye karşı bir Almanya-Meksika ittifakı oluşturması için talimat veriyor ve Meksika'nın ABD'ye savaş ilan etmesi halinde Almanya'nın Meksika'ya büyük miktarda maddi destek sağlayacağını ve Meksika'nın Teksas, New Meksico ile Arizonayı almasını taahhüt ettiğini -motive edeceğini düşünmüş olmalı- bir telgrafla bildiriyordu. Şubat tarihli bu telgraf, ABD ve ingiliz istihbaratınca Wilson'a ulaştırılınca ABD Kongresi, 6 Nisan 1917'de Almanya'ya savaş ilan etti.
Sanatçının Hamisi
Sanatın finansmanı tarih boyunca bütün toplumlarda sorun olmuş, sorunlu bağlar kurulmasına neden olmuştur. Şairler mesela... Emevilerden Osmanlılara yüzyıllar boyunca şairler, tanınmalarını sağlayan şiirlerin yanısıra devlet adamlarına, zengin insanlara övgüler düzerek geçim sağlamışlardır. Hattatlar, müzisyenler, minyatürcüler...
Batı da da durum farklı değil, Medici ailesi ve feodallerin performansı hatırlanırsa. Batı'nın önemli bir farkı, endüstri devrimiyle meydana gelen ...artık değerin sanatsal ürünler yolu ile tasarruf edilebileceği, nesilden nesile aktarılabileceğini erken keşfetmiş olmalarıdır. Buna rağmen sanatçı ile burjuva (yatırımcı) arasındaki ilişki, tipik bir satıcı-müşteri ilişkisi değildir, daha organiktir. Güncelin ihtiyaçları ve finansmanı, sanatçıyı zorlar. Sanatsal üretim süreci, nadiren peryodik bir çıktı verdiğinden nakit akışındaki sorunları ortadan kaldırmak için her zaman bir rezerve ihtiyaç duymaktadır, Sanatçı. Diğer yandan tasarım aşamasını izleyen üretim ve tanıtımın finansmanı, çok sayıda ürünün olduğu günümüz marketlerindeki rekabet, sanatçının iktisadi özgürlüğüne sekte vurur. Burjuvazi ile işbirliği yapacak ve kendi isteğine göre değil pazarın beklentilerine uygun ürün üretecektir.
Her bir sanat ürününün hitap ettiği bir hedef kitle vardır. Sanatçı kendi algısını da bu hedef kitlenin beklentilerine uygun bir şekilde ayarlamak durumundadır: Gerekirse evlenmeyecek, kulaklarını deldirecek, umreye gidecektir vb. Şüphesiz bu genelleme, pop kültür kapsamında sanat icra eden ve bu "iş" dışında önemli bir geliri olmayan sanatçıların büyük bir kısmı ile sınırlı olmak üzere ifade edilmektedir.
Sanatçıların toplumsal olaylara verdikleri ve vermedikleri tepkileri yorumlarken müşteri ve yatırımcılarla olan bu bağlarını göz önünde bulundurmak, anlamayı kolaylaştırır.
Türkiye'de Burjuva, toplumun Batılı değerler etrafında dönüştürülmesi misyonunun gönüllü taşıyıcısı, uygulayıcısıdır. Burjuvanın ancak bu misyonu düzenli bir şekilde devam ettirmesi halinde Batı tarafından tahsis edilmiş bulunan distrübitörlükler, devamlı alım garantileri vb. geçerliliğini sürdürmeye devam edecektir.
Nasıl, konu keyifli bir yere geldi mi?
Batı da da durum farklı değil, Medici ailesi ve feodallerin performansı hatırlanırsa. Batı'nın önemli bir farkı, endüstri devrimiyle meydana gelen ...artık değerin sanatsal ürünler yolu ile tasarruf edilebileceği, nesilden nesile aktarılabileceğini erken keşfetmiş olmalarıdır. Buna rağmen sanatçı ile burjuva (yatırımcı) arasındaki ilişki, tipik bir satıcı-müşteri ilişkisi değildir, daha organiktir. Güncelin ihtiyaçları ve finansmanı, sanatçıyı zorlar. Sanatsal üretim süreci, nadiren peryodik bir çıktı verdiğinden nakit akışındaki sorunları ortadan kaldırmak için her zaman bir rezerve ihtiyaç duymaktadır, Sanatçı. Diğer yandan tasarım aşamasını izleyen üretim ve tanıtımın finansmanı, çok sayıda ürünün olduğu günümüz marketlerindeki rekabet, sanatçının iktisadi özgürlüğüne sekte vurur. Burjuvazi ile işbirliği yapacak ve kendi isteğine göre değil pazarın beklentilerine uygun ürün üretecektir.
Her bir sanat ürününün hitap ettiği bir hedef kitle vardır. Sanatçı kendi algısını da bu hedef kitlenin beklentilerine uygun bir şekilde ayarlamak durumundadır: Gerekirse evlenmeyecek, kulaklarını deldirecek, umreye gidecektir vb. Şüphesiz bu genelleme, pop kültür kapsamında sanat icra eden ve bu "iş" dışında önemli bir geliri olmayan sanatçıların büyük bir kısmı ile sınırlı olmak üzere ifade edilmektedir.
Sanatçıların toplumsal olaylara verdikleri ve vermedikleri tepkileri yorumlarken müşteri ve yatırımcılarla olan bu bağlarını göz önünde bulundurmak, anlamayı kolaylaştırır.
Türkiye'de Burjuva, toplumun Batılı değerler etrafında dönüştürülmesi misyonunun gönüllü taşıyıcısı, uygulayıcısıdır. Burjuvanın ancak bu misyonu düzenli bir şekilde devam ettirmesi halinde Batı tarafından tahsis edilmiş bulunan distrübitörlükler, devamlı alım garantileri vb. geçerliliğini sürdürmeye devam edecektir.
Nasıl, konu keyifli bir yere geldi mi?
26 Aralık 2016 Pazartesi
Kitap Analizi
Doç. Dr. Hüner Tuncer'in "Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti'nin Sonu" başlıklı kitabı, ilgili döneme belgesel tadıyla "teknik" bakan bir eser, derli toplu. Pek bir arka plan bilgisi yok. Olanların da Rauf Bey'in Mondros Ateşkes Antlaşması için Osmanlı tarafından görevlendirilen bir isim olmasının eleştirilmesi gibi sınırlı bir bakış açısıyla ele alınmış olduğu görülüyor. Rauf Bey'i, Mondros için yetersiz bulan yazar, Rauf Bey'in Batılıları gözünde çok büyüttüğünü ve Osmanlının haklarını iyi savunamadığını iddia eder. Tarih sonuçlarıyla okunacaksa haksız da bulunmamalıdır. Ancak tarihçi Rauf Beyin hatıralarına hiç atıfta bulunmaz. Öte yandan Bolşevik İhtilali sonrası Kafkasya'da yürütülen diplomatik heyette Rauf Bey'in bulunduğunu zikreder. Ölçek farkını ihmal etmeyelim eyvallah ama Rauf Bey'in diplomasiden anlamayan acemi çaylak -yeteneksiz-olduğunu da düşünmeyelim. (sh.139)
Kitap boyunca İsmet Paşa'nın adının hiç anılmadığı, kitabın sonunda yer alan dizin bölümünde adının yer almadığını da ayrıca belirtmek istiyorum. Kitaba göre İsmet Paşa diye biri ve performansından bahsetmek mümkün değildir.
Kitapta Atatürk'le ilgili askeri ve tarihi kişiliğine dair abartılı yorumlar yapıldığını görüyoruz. Bulgaristan'dan gönderdiği mektuptaki vizyonu, Çanakkale'deki görevi ve yaptıkları olumlu abartılırken Filistin'deki görevini terk edişi geçiştiriliyor, Vahdettin'le birlikte Almanya seyahati, Saraya damat olmak istemesi gibi konular da görmezden geliniyor. Bir de bugünkü bireylere yapılan gereksiz bir Atatürk pazarlaması var ki, bir akademisyenin kaleminden bu satırları okumak bende yazık duygusu uyandırdı.
Tarihçi yazarın Osmanlının neden yıkıldığına dair yaptığı tespitleri çok yetersiz buldum: Osmanlı, Batının aydınlanma devrimine kapılarını kapamış; Osmanlı Padişah ve yöneticileri de çağdaş uygarlığın hiçbir kurumunu kabul etmemişler. Ayrıca kitabın Osmanlının askeri alanda varlık gösterememesini gözler önüne serme amacıyla yazıldığını ifade etmesi de çok talihsiz olmuş. Bu paragrafın tümünde ilköğretim çağı zihinsel kalıplarının kullanıldığını görüyorum: 2017 Türkiyesi, bunu hak etmiyor.
Kitap boyunca İsmet Paşa'nın adının hiç anılmadığı, kitabın sonunda yer alan dizin bölümünde adının yer almadığını da ayrıca belirtmek istiyorum. Kitaba göre İsmet Paşa diye biri ve performansından bahsetmek mümkün değildir.
Kitapta Atatürk'le ilgili askeri ve tarihi kişiliğine dair abartılı yorumlar yapıldığını görüyoruz. Bulgaristan'dan gönderdiği mektuptaki vizyonu, Çanakkale'deki görevi ve yaptıkları olumlu abartılırken Filistin'deki görevini terk edişi geçiştiriliyor, Vahdettin'le birlikte Almanya seyahati, Saraya damat olmak istemesi gibi konular da görmezden geliniyor. Bir de bugünkü bireylere yapılan gereksiz bir Atatürk pazarlaması var ki, bir akademisyenin kaleminden bu satırları okumak bende yazık duygusu uyandırdı.
Tarihçi yazarın Osmanlının neden yıkıldığına dair yaptığı tespitleri çok yetersiz buldum: Osmanlı, Batının aydınlanma devrimine kapılarını kapamış; Osmanlı Padişah ve yöneticileri de çağdaş uygarlığın hiçbir kurumunu kabul etmemişler. Ayrıca kitabın Osmanlının askeri alanda varlık gösterememesini gözler önüne serme amacıyla yazıldığını ifade etmesi de çok talihsiz olmuş. Bu paragrafın tümünde ilköğretim çağı zihinsel kalıplarının kullanıldığını görüyorum: 2017 Türkiyesi, bunu hak etmiyor.
18 Aralık 2016 Pazar
Yıl Sonu Avrupa Birliği Senaryosu ne olacak?
Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Donald Tusk, 15 Aralıkta yaptıkları AB Liderler Zirvesi'nde; Gümrük Birliği Anlaşması, Mülteciler Anlaşması, Vize Anlaşması konularında Türkiye ile gelecek aylarda zirve yapılması için kendilerine yetki verildiğini ancak konu ile ilgili henüz bir tarih belirlemediklerini açıkladı.
AB; ortada müzakere adına herhangi bir performans yokken yapılan; darbe karşıtı tutum, idam konusu, Fetö ve etnik terör örgütüne sahip çıkmak gibi tartışmalarla Türkiye'yi oyalamanın ve sıkıştırmanın sınırına gelmiş olduğunu biliyor.
Bu zirve vaadi ile yıllardır Birliğe katılmamız halinde elde edeceğimiz ödülleri/havuçları, bir nebze de olsa görünür hale getirerek Türkiye'nin bekleme konusundaki motivasyonunu yeniden aktive edeceklerini düşünüyorlar. Müzakere ve müzakere tarihindeki belirsizlik bile tek yanlı bir karar ve taktik bir hamle niteliğinde.
Yurt içinde cereyan eden teröristik faaliyetler, bombalamalar; terör yasası ile ilgili en masumane değişikliklere dahi izin vermeyen bir toplumsal iklim ortaya çıkarmışken bunun AB tarafından görmezden gelinmesi ve bir koşul olarak dayatılmasında ısrar edilmesi, acılarımıza duyarsızlığın, aynı ekipte olmadığını bilmenin, Türkiye'yi 'öteki' görmenin, söylemle telafi edilemeyecek pratik tezahürleri.
Avrupa Birliğini oluşturan majör devletler, 250 yıldır ülkemizde bulundurdukları diplomatik misyonla içinde bulunduğumuz gelişmeleri izliyor, kısmen yönlendiriyor, merkezlerine düzenli raporlar yolluyor, halkın nabzını tutup devlet ve medya yetkilileri ile ilişkiler kuruyorlar. Türkiye'nin sinir uçları, sosyolojik dengeleri, kendilerine mahrem değil yani. Kültürel açıdan bizden birilerinin, "biz kendimizi anlatamıyor muyuz?" biçimindeki hayıflanmalarının pratikte bir karşılığı yok aslında. Her şeyi bilmelerine rağmen bu tutumu sergiliyor, Avrupalı Devletler.
Normal şartlar altında bu yılın Ekim ayında uygulamaya geçmesi planlanmış olan vize serbestisinin başlama tarihi, AB ile yapılan mülteciler anlaşması kapsamında üç ay erkene, geçtiğimiz Haziran ayına çekilmişti. Haziran ve Ekim aylarında terör maddesi başta olmak üzere 5 kriterin sağlanmadığı iddiası ile vize anlaşmasının hükümleri yürürlüğe konulmayınca Tayyip Bey, inisiyatif kullanarak yıl sonunu hedef gösterdi ise de bu konuda köşeli, olmazsa olmaz bir vaadde bulunmadı. Avrupalıların, "Türkler söyler ama yapmaz" biçimindeki kulis konuşmaları basına yansıdı, bunun üzerine...
Türkiye-AB ilişkileri, "ne birlikte, ne ayrı" biçiminde tarif edeceğimiz marazi (hastalıklı) bir karaktere sahip. Türkiye, kendi içindeki vesayetçi güç odaklarını terbiye etmek, frenlemek ve ülkenin demokratikleştirilmesi hususunda; bu güne değin AB çapasından azami ölçüde yararlandı. AB de Türkiye'yi kontrol altında tutarak tarihsel bir tehditi kendince ehlileştirme yoluna gitme politikası izliyordu. Son dönemde AB bürokratlarının kullandıkları örneğin "Türk Ekonomisinin en büyük alıcısı AB'dir" gibi Türkiye karşıtı argümanlarda Fetöcü gazeteci ve akademisyenlerin söylem izlerine rastlamak mümkündür.
Avrupa Birliği, Türkiye ile olan ilişkileri bozan taraf olmamak için detayını yukarıda ifade ettiğim biçimde vizeler konusuna değinmeden muhayyel bir zirve için Türkiye'ye vaadde bulunacağını açıklayarak hamle sırasını Türkiye'ye vermiştir.
Tayyip Bey, Batılı yetkililerin "Türkler söyler ama yapmazlar" beklentilerini boşa çıkarmak üzere Türkiye açısından belki de tarihsel olacak bir kararı; ülkemize sığınmış mültecilerin iyi bir hayat kurmak üzere Avrupa'nın merkezine doğru yürüyüşlerinin önündeki bariyerleri kaldırmalıdır. Ülke içinde AB çapasına ihtiyaç duyulmasını sağlayan güçler dengesi, günümüz itibariyle ortadan kalktığına göre AB'nin pratikte mümkün olmasa da alabileceği en radikal kararın ülke içinde etkisi sınırlı olur.
Üstelik bundan sonra hamle sırası yeniden AB'ye geldiğinde; karşımızda "dinamik bir Türkiye'ye" dayatan değil uzlaşmacı bir teklifte bulunan AB ile karşılaşırız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Murat Karayalçın
Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...
-
Orospu Çocuğu ifadesi, bugün yaygın olarak küfür maksatlı kullanılıyor: İtham edilen kişinin annesi, değersizleştirerek kişinin kendisinin d...
-
Gürkan Zengin ve Ekol tv'ye teşekkür ediyorum. Ankara BB ve SHP'nin eski başkanı Murat Karayalçın'la mülakat yaparak 'adam s...
-
Meclis Darbeyi Araştırma Komisyonunun çalışmaları, yakın tarihimizin gri ve karanlık alanlarını aydınlatmakta ve ülkemizin iç politik günd...